Kıymetli dostlar, Sultanımız Abdülhamid Han'ın muhterem babası zarafet, asalet, merhamet abidesi Hünkârımız Abdülmecid'den devir aldığı konulardan biri de ülkesinde ki insanların sağlığı ve hasta olmamasıydı (koruyucu hekimlik) çünkü Hünkâr Abdülmecid, Mekteb-i Tıbbiye ile yakından alakalanır; sene sonundaki imtihanları bizzat takip ederdi. Hatta öyle ki imtihanları gidip seyrettiği bilinmektedir, ayrıca da sınav sonuçlarını Mekteb-i Tıbbiye Nazırı kendisine arz eder, sonuçlara göre de aldığı emirleri uygulamaya koyardı. İstanbul’daki tıp fakültesine Avrupa’nın dudak büktüğünü, alay ettiğini duyan Sultan Abdülmecid Hazretleri sinirlendi, 1847 yılında mezunları, Viyana’ya gönderdi ki onların haddini bildirebilsin. Viyana'ya giden öğrenciler buradaki meşhur hocaların huzurunda açık bitirme imtihanlarına girerek yüksek muvaffakiyet kazandılar. Böylece Osmanlı tabiplerinin, Avrupa ayarında tahsil gördüğü ispatlanmış ve arsız batılının da haddi bildirilmiş oldu. Sultan İkinci Abdülhamid Hazretleri tahta çıkınca babası Abdülmecid ve amcası Sultan Abdülaziz dönemlerinde yapılan sağlık çalışmalarını anlatan raporlar kendisine arz edildi. Hünkârımız raporları büyük bir ciddiyetle okudu ve yapılması lazım gelenleri tek tek belirledi. Sağlık uygulamalarını yasal zemine oturtmaya çalıştı, başta hekim ve eczacı olmak üzere sağlık elemanları yetiştirilmesine özen gösterilmesini, keşifleri ve gelişmeleri yakından izleyip en kısa sürede transfer edilmesini vezirlere, paşalara ferman etti. Modern kurumları vakit geçirmeden hizmete soktu. Gece gündüz sultanımızın emriyle yapılan çalışmalar neticesinde Mekteb-i Tıbbiye, Sultan II. Abdülhamid zamanında dünyanın en ileri tıp fakültelerinden biri hâline geldi, bunun da sebebi her milletten talebenin tahsil gördüğü mektepte ki, hocaların Avrupa’dan gelmiş veya burada yetişmiş, sahasında otorite şahıslar olmasıydı. Kıymetli dostlar, genelde Osmanlı'yı özelde Sultanımız Abdülhamid'i cahillik ve bağnazlıkla suçlayanlar Mekteb-i Tıbbiye de her talebeye bir mikroskop düştüğünü biliyorlar mı acaba? İşin aslı bilseler de iftiralarından vazgeçmezler çünkü onların amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir. Mektebin üç yılı lise ve dört yılı da fakülte seviyesinde idi. Hakkında anlatılan fıkralarla meşhur Rum asıllı tabip Marko Paşa, Mekteb-i Tıbbiye müdürlerindendi. Talebelerin her ihtiyacı mektep tarafından karşılanır; sivil talebeler askerlikten muaf tutulurdu. Fransızca, Arapça, Farsça ve dinî ilimler de yani Tefsir hadis kelam, siyer de okutulan dersler arasındaydı. Sultan Abdülhamid Hazretleri, Şam gibi büyük merkezlerde tıbbiye mektebi açtırdığı gibi, yeni hastaneler yaptırarak halk sağlığına çok mühim hizmetlerde bulundu. Küçükken ateşlenerek vefat eden kızının hatırasına Şişli’de yaptırdığı Hamidiye Etfal Hastanesi hâlâ faaliyettedir. Sultan Hamid Efendimiz döneminde yapılan hayırlı çalışmalar neticesinde doktorluk, kâtiplik ve subaylıkla beraber zamanın en popüler mesleklerinden biri hâline gelmiştir. O zamana kadar küçük görülen ve gayrimüslimlerin tercih ettiği doktorluk mesleği, Müslümanlar arasında da çok büyük bir hızla yayılmıştır. Dostlar, Mekteb-i Tıbbiye ise çeşitli binalarda tedrisat yaptıktan sonra, Haydarpaşa’da Sultan Abdülhamid’in 1903’te yaptırdığı ve bugün de ayakta bulunan ihtişamlı binaya taşınmıştır. Burası, İstanbul güzel sanatlar mektebi hocaları Mimar Alexandre Vallaury ve Raimondo d’Aronco’nun eseridir. Binanın zemininde bir tarafı caddeye ve bir tarafı da denize bakan en güzel odalarından birisi mescit olarak tanzim edilmiştir. Bugün toplantı salonu olarak kullanılan bu odanın duvarlarında hâlâ duran İslâm harfli levhalar, o günlerin kederli birer tanığıdır. II. Abdülhamid efendimiz doktorluk mesleğinin yayılması için tabiplere resmen özel hastane ve muayenehane açabilme iznini de vermiştir. 24 Mayıs 1898 tarihli Hususî Hastane Nizamnamesi’nin ilk maddesiyle hastane kurucusuna Osmanlı vatandaşı olma şartı getirilmiştir. Ayrıca özel hastanelere başvuracak hastalardan vakit ve hâllerine göre farklı ve uygun (orta hâlli) ücretler alınacak ve fakat hastalardan 1/10 oranında olmak şartıyla muhtaç ve aşırı yoksul oldukları belgelenenler ücretsiz kabul edileceklerdi. Sultan Abdülhamid Hazretlerinin iktidarında yapılan bir bölüm sağlık kurumuna padişahımızın adına nispetle “Hamidiye” adı verilmiştir. Hamidiye adı verilen hastanelerden en ilgi çekicisi Berlin Hamidiye Hastanesi'dir. Sultan, Almanya içlerine teşkilat hafiyelerini rahatça sokabilmek ve Osmanlı subaylarına tıbbi casusluk yaptırabilmek için görünürde Osmanlı -Almanya dostluğunun bir göstergesi olarak Berlin'de ki hastaneyi yaptırmıştır. Hünkârımız II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle her alanda olduğu gibi sağlık, hekimlik ve şifacılık çalışmaları da sekteye uğramıştır çünkü emlâki hain İttihatçılar tarafından Maliye Nezareti'ne devredilmiş, vakıfları lağvedilmiştir. Vakıf gelirleriyle işletilen hastaneler çalışamaz hâle gelmiş ve isimleri değiştirilmiştir. Kurumların ismindeki “Hamidiye” ve “Şahane” unvanları kaldırılarak yerine Osmanî tabiri getirilmiştir. Anadolu sınırları içinde kalan bu hastaneler, Cumhuriyet kurulduktan sonra bir süre Millet Hastanesi adı altında hizmet vermişler, daha sonra devlet hastanesine dönüştürülmüşlerdir. Halife Sultan Abdülhamid Hazretlerinin iktidarında sadece doktor yetiştirmekle ya da hastane açılmakla kalınmamış, ameliyathaneler, bakteriyoloji laboratuvarları, baytar mektepleri, tedavi merkezleri, kuduz klinikleri, dilsiz mektepleri, doğumhaneler, dulhaneler, eczaneler, hamamlar, hıfzıssıhha merkezleri, ebelik mektepleri, kimyahaneler, misafirhaneler, tahaffuzhaneler, tebhirhaneler, telkihhaneler, darülacezeler, morglar, akıl hastaneleri, kaplıcalar, tahlilhaneler, yetimhaneler de hizmete girmiştir. Sultan hazretlerinin 33 yıllık saltanat süresine sığdırdığı yüzlerce sağlık kurumunu inşa ettirmesi, buraları çağın gerektirdiği en modern alet, araç ve gereçlerle donatması, sağlık personeli istihdamı, gelir temini ve bu yerleri işletmeye açarak halkının hizmetine sunması büyük bir beceri, yetenek ve politikanın sonucudur. Bugün bile birçok sağlık kurumu, o dönemden kalmadır. Ermeniler, Yahudiler ve Batılılar tarafından bize olumsuz şekilde tanıtılan Sultan II. Abdülhamid'in hiç de öyle olmadığı arşiv belgelerine dayalı yapılan inceleme ve araştırmalar sonucunda açığa kavuşmuş bulunuyor. Belgeler, padişahın ülkesini ve vatandaşlarını seven, onlar için çokça hizmet eden, onların haklarını koruyan ve gözeten bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Tarihimize, tarihî şahsiyetlerimize sahip çıkarsak, geleceğimiz için söz söylemeye ve istikbale güvenle bakmaya hakkımız olabilir. Aksini düşünmeyi tasavvur dahi etmemeliyiz. Abdülhamid Han Hazretleri tıp alanında ki hizmetleri bunlarla da sınırlı değildir. Hazret Topkapı Sarayı'ndaki Enderun Hastanesi’ni de yeniden yaptırarak faaliyete geçmesini sağlamıştır ayrıca burada bulunan özel ve derin kitaplarda tıbbiyelilerin istifadesine sunulmuştur. Kıymetli dostlar, hünkârımızın hizmetlerini saya saya bitiremiyoruz, Harbiye Mektebi Hastanesi, Aşiret Mektebi Hastanesi, Mekteb‑i Sanayi Hastanesi, Mektep Sağlık Heyeti bu dönemde insanlığın istifadesine sunulan 300'den fazla hastaneden bazılarıdır. Hükümdarımızın iktidarında yetişen birbirinden kıymetli doktorlar ve bilim adamları da vardı, örnekler vermek gerekirse dönemine damgasını vuran isimlerinden bazılarını sizlere arz edelim.

1-) Doktor Mustafa Adil (v: 1904): Difteri serumunun mucididir. Dr. Nicolle Alfort, Yüksek Veterinerlik Okulu’nda çalışırken difteri serumu elde etmeyi öğrenmiş olan Mustafa Adil’den bu ilmi öğrenmiştir. Mustafa Adil Bey’in keşfi sadece difteri serumu değildi, 1897'de sığır vebasını 1903’te kızıl serumlarını (1871-1904) üretmiştir. 1894 tarihinde Emile Roux, Mustafa Adil Bey'in icadı difteri serumunu bilim dünyasına tanıtmasından birkaç gün sonra Dr. Andre Chantemess tarafından difteri serumu bir kutu içinde Hünkârımız Abdülhamid Hazretlerine takdim edilmiştir. Padişah serum hakkında bilgi aldıktan sonra Bakteriyolojihane-i Şahane'de üretilmesini emretmiştir. Böylece de 4 Aralık 1895 tarihinden itibaren difteri serumu üretimine başlanmış, 8 Şubat 1896 tarihine kadar 1200 şişeye yakın serum üretilmiştir.

2-) Dr. Esad Feyzi Bey: Röntgen Şu'a'atı Tatbikat-ı Tıbbiye kitabının yazarıdır. Kitabın içeriğinde elektrik bilgisi, çekim tüpleri ve çekimin nasıl yapılacağı, filmin banyosu, X ışınlarının tıptaki çeşitli uygulamaları, çizimler ve kitabın sonunda birisi kendi sağ eline ait olan 12 röntgen filminin fotoğrafları bulunuyordu. Önsözü yazan Cemil Topuzlu'ya göre bu kitap, röntgen konusunda ülkemizde yazılan ilk klinik radyoloji eseriydi. Dostlar bu yetenekli ve zeki mucidimiz 1901 yılında 28 yaşında vefat etmiştir. Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen, tarihin dönüm noktalarından biri olan X ışınını keşfetti. 1895 yılında Röntgen tarafından gerçekleştirilen bu keşiften bir yıl sonra, röntgen tekniğini bir Fransızca tıp dergisinden öğrenen Askerî Tıbbiyenin son sınıf öğrencisi Esad Feyzi Bey, X ışınlarını kendi yaptığı cihazıyla elde etmeyi başardı. Esad Feyzi Bey, 1897 Türk-Yunan savaşında yaralanarak cepheden getirilen askerin kolundaki kurşunun yerini X ışınları ile tespit etmeyi de başardı. Böylece X ışınları, dünyada ilk kez insan sağlığına yardımcı olmak amacıyla kullanılmıştır. Peki, dostlar X ışınlarının bu sıra dışı kullanımı nasıl gerçekleşmişti? Eminim sizde merak ediyorsunuzdur, bendenizde merakınızı gidereyim ve yazayım. Esad Feyzi Bey, 1897 yılında Osmanlı-Yunan savaşı sırasında cepheden getirilen yaralı askerler üzerinde röntgen tekniğini uygulama önerisinde bulundu ve Prof. Dr. Cemil Topuzlu'nun desteğiyle, arkadaşı Dr. Rıfat Osman ile birlikte Yıldız Hastanesi'nde yaralılara tanı koymak amacıyla kullandı. Konu Sultan Abdülhamid'e arz edildi, zatı şahanenin izinleri ile röntgen cihazını hastanenin cerrahi kliniğine kurarak, ilk radyografileri çekti. Yaralı erlerin vücutlarındaki kırık, çıkık ve mermi parçalarının radyografiyle tespit edilmesini sağlayan hekim grubunun lideri olan Esad Feyzi, X ışınını tıbbi ortamda kullanan ilk kişi olması işte bu şekilde gerçekleşmiştir. Çekilen radyogramlar Sultan Abdülhamid Hazretlerine sunuldu. Her alanda teknolojiye ve gelişmelere açık oluşu ile tanınan sultanımız bu gelişmelerden çok memnun oldu ve X ışınları üzerinde çalışan hekimleri nişan ve akçe ile ödüllendirdi. 1897 senesinde yüzbaşı rütbesiyle tıbbiyeden mezun olan Esad Feyzi, burada ilm-i hikmet-i tabiye, ilm'ül-arz ve ilm'ül-maadin derslerini vermeye başladı. Röntgen ışınlarını tanıttı ve konuyu tıbbiyenin ders programına dâhil etti. Baş Cerrah Cemil Topuzlu'ya ricada bulunarak cerrahi bölümünde, "Röntgen Şu'a'atı il Muayene Şubesi" adında bir birimin açılmasını dahi sağlamıştır.

3-) Dr. Hüseyin Remzi Bey: Bu sıra dışı doktor, Sultan III. Ahmed Han zamanında ki çiçek aşısı bilgilerini Topkapı Sarayı’nda ki arşivde inceledi ve sonra da aşıyı tekrardan yapabileceğini Hünkarımız Abdülhamid'e arz etti (Yalan söyleyen tarih daha doğrusu tarihe yalan söyletenler utansın ki utanmadan bizlere ilk çiçek aşısını 1796'da İngiliz Edward Jenner geliştirdi diye öğrettiler). Hünkârımız, Hüseyin Remzi Bey'in arz ettiği bilgilere güvendi böylece 1889 yılında başka ülkelerde olduğu gibi Osmanlı’da da resmi bir Telkihhane (çiçek aşısı üretim merkezi) açıldı. İneklerden hazırlanacak aşının cam borulara doldurularak istenilen yerlere gönderilmesi içinde bir kanun tasarısı hazırlamış ve 1892'de İstanbul'da "Telkihhane-i Osmani"nin açılması konusunda sultanımızın emri çıkmıştır. Çiçek aşısı üretimine önce parazitoloji laboratuvarında başlanmış sonra 1894'te Tıp Okulunun botanik bahçesinde yapılan dört bölümlü özel bir ahşap binada devam edilmiştir. Telkihhane'de, 1892-1913 arasında toplam 7260784 kişiye de çiçek aşısı yapılmış, insanlara şifa götürülmüştür. Kıymetli dostlar, yazıma Sultan Abdülhamid'in açtığı okullarda okuyan ve hem Osmanlı’da hem de Cumhuriyet devrinde hizmetlerine devam eden insanlara şifa dağıtan iki önemli hekimden daha kısaca bahis ederek son vermek istiyorum.

4-) Rıza İsmail Sezginer(1884-1963): Baytar (Hayvan) Yüksek Mektebi’nde salgın hastalıklar, bakteriyoloji ve gıda kontrolü dersleri vermiş, İstanbul mezbahasının kurulmasında önemli rol oynamış ve buranın laboratuvar şefi olmuştur. Ayrıca kendisi kıymetli çalışmalar yapmış olan bir bakteriyoloğumuzdur.

5-) Osman Nuri Eralp (1876-1940): Bakteriyoloji ve viroloji üzerinde değerli araştırmalar yapmış bilim adamımızdır. Çalışmaları, özellikle tüberküloz, tüberkülin, şarbon, sığır vebası, kolera, gonokok, frengi, sütte yaşayan ve sütle bulaşan mikroorganizmalar ve diğer konular kapsamaktadır vesselam.