“Müslümanım elhamdülillah” demekle yetinen, sonrasında İslam’ın emirlerini yaşamayan, kendisini günümüzün hastalıklarından kurtaramamış kişi sayısı her geçen gün artıyor. İslam’a saygısından zerre kadar şüphe duyamayacağımız bu kişiler, tarihte yaşanmış manevi güzelliklerle iftihar ediyor, onları çevresine anlatmaktan zevk alıyor, bu fasıl geçtikten sonra tekrar paketleyip koleksiyonlarının arasında saklıyor. Aklına estikçe, nadide eserler gibi sakladığı fikirleri ve numuneleri koleksiyondan çıkarmak, onları seyretmek ve etrafındakilerinin beğenisine sunmaktan zevk alıyor. Günlük hayatında ve kültür, sanat, ticaret, ekonomi, eğitim gibi hayati konularda inancının dokusunu ve kokusunu göremediğimiz bu kişiler, anlattıklarıyla gülünç duruma düştüklerinin farkına varmaktan aciz kalıyorlar.

Başkalarının görüşlerine saygılı olmakla, tebliğ görevinin son bulmayacağını bilmesi gereken Müslümanlar, farkına varmadan saygılı oldukları görüşleri kendileri de yaşamaya başlıyorlar. Nitekim “dava adamı” olduğunu söyleyen birçok kişinin, kendi özel hayatında dava ile uzaktan yakından alakası olmayan bir yaşam içerisinde olduğunu görmenin hayal kırıklığını yaşayabiliyoruz. Dava, fikir, ülkü gibi kavramlar, yaşam tarzı olmaktan çıkarılarak, meslek haline getirildi. Örneğin; faizle, tesettürle, eğitimle veya başka bir konu ile ilgili İslam’ın bakış açısını söylemek istediğiniz zaman birileri çıkıp çok rahat bir şekilde; “siyaset yapma kardeşim, siyaset yapacaksan sen de sahalara çık.” diyebiliyor. Her Müslümanın, İslam’ca yaşamak ve o yaşamı yaymak için sancılanması ve bu yolda neler yapabileceğini araştırması gerekirken, herkesin kabuğuna çekildiğine, meydanı işin tüccarlarına ve bezirgânlarına bıraktıklarına şahit oluyoruz. Onlar da meydanlarda attıkları nutuklarla mutmain oluyorlar ve görevler icra edilmiş sayılıyor. Veya bu konular bütünüyle, diyanet camiasına bırakılarak, emri bil maruf, nehyi anil münker günlük yaşamdan çıkarılabiliyor. Bu yanlış düşüncelerle ayakta durmaya çalışan Müslümanların yalpaladıklarını, evlerinin, sokaklarının, mahallelerinin, işyerlerinin, camilerinin enkaza çevrildiklerini görmenin hüznünü yaşıyoruz.

Tamamıyla sağdan soldan toplama, kaynaklardan uzak, teslimiyetçi bir zihniyetle elde ettikleri fikirlerle İslam’ı yaşamaya çalışan Müslümanların, en küçük darbede tarumar olduklarına şahit oluyoruz. FETÖ olayındaki durum da tam anlamıyla bu değil miydi? Eğer inananlar olarak, FETÖ olayından ders çıkarmaz, inancımızı ve yaşam tarzımızı gözden geçirmezsek, bundan sonra da benzerlerinin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Lüzumsuz bilgilerle ve lüzumsuz teslimiyetlerle beyni hurdalığa dönen insanlara, gerçekleri anlatmak çok zordur. Nitekim dünyanın gördüğü ihanet kalkışmasını, örgütün yaptığı dine uymayan davranışları, bir şakirdin görmesi imkânsız hale gelebiliyor.

İslam’ı kaynaklarından öğrenmek, kurtuluşumuz için en önemli reçetedir. Bu reçeteyi en güzel şekilde hazırlayıp sunan da ehl-i sünnet çizgisidir. Yüzyıllarca kişileri kutsallaştırmadan, İslam’ı; hayat tarzı olarak sunan bu çizgi, hepimizin ilmihallerde, tefsirlerde, hadislerde okuduğumuz, büyüklerimizin hayatlarında gördüğümüz, tarihimizin sayfalarından bilgilendiğimiz, çok net bir çizgidir. Son devrin, hadis, mezhep, tefsir düşmanları sakın kafanızı karıştırmasın. Aynı şekilde, sizi o çizgiye davet ettiğini söyleyen, ancak şahsına, kurumuna kul köle eden kişi ve yapılardan da uzak durmalısınız. Günlük hayatında harama, helale, kul hakkına ve kardeşliğe dikkat ederek yaşayan bir Müslüman, ibadetlerinde de ilmihallerde okuduğu üzere bir hayat yaşıyorsa, kendiliğinden İslâmî bir bakış açısına sahip olur ve İslam’ı yaşamak için vasıtalara ihtiyaç duymaz. İslam, toplum dinidir. Bu sebeple Müslümanlar birbirlerine kardeşten daha ötedirler ve bir duvarın tuğlaları gibidirler. Birbirlerine her zaman ihtiyaçları vardır. Ancak bu, fertlerin birbirlerine üstünlük sağlamaları veya teslimiyet göstermeleri için değildir. Aksine, hayırda yarışmak, şerde birbirlerine engel olmak, sıkıntılı zamanlarda dayanışmak içindir.