Halifeliğinde; İslâm diyarında hükümünü yürüten, nevbeti çalınan, kalelerde kösleri dövülen fakat sır olduğunda yanında ancak dört yüz dirhemi olan, iki cihan güneşi, sevgilier sevgilisi efendiler efendisinin sır katibi mukaddes ve muazzez Kuranı Hakim'in katibi makamı ehadiyetin tecellileriyle insanları irşad eden, doğumundan sır olmasına kadar vahdet neşesiyle yaşayan, tarikatların ve tasavvuf ehlinin piri, gizli ilimlerin sahibi, mübarek  harflerin bekçisi, şahlar şahı Efendimiz İmam-ı Hazreti Ali (Ra)’dir. Kıymetli dostlar, Hazret-i Ali Efendimizin ilminden, ahlakından, irfanından ve hayatından öğreneceklerimiz var. Maalesef velayetin şahının irfan ve ahlakından insanlık ve toplum olarak uzağız. Halbuki Hazret-i Şahı Velayet insanlığın kurtuluşu için yaşamış, savaşmış, mübarek canını masumlara siper yapmıştır. Geçiminde kendini taklide kalkışana; “Ben müminlerin emiriyim; onların en yoksulunun geçindiği gibi geçinmek zorundayım.” buyuran, kışın ısınmak için sırtına attığı köhne kadife parçasını bile, “Beytü'l-maldan" almayıp, Medine’den getirtendir.Hz. Ali (ra) Efendimiz  âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömert bir insan-ı kamildi. Namaza çok düşkündü ve çok secde ettiğinden dolayı da Rabbimiz tarafından  Fetih suresinde taltif edilmiştir: "Muhammed Allah’ın resulüdür. Onun beraberindeki müminler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. (Fetih, 48/29)" Müfessirlerin belirttiğine göre ayette geçen "Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır." buyuruğunda anlatılan ve övülen şahıs İmam-ı Ali Efendimizdir. İlmin kapısı maneviyatın yiğidinin faziletleriyle ilgili bilgileri bir araya toplama arzusu ilk asırlardan beri  birçok müellifi, Allah onlardan razı olsun, bu sahada eser vermeye sevketmiştir. Onun muhtelif gazvelerdeki kahramanlıklarını, ilmini, kerametlerini ve daha başka özelliklerini ele alan çalışmalar bilmenizi isterim ki çok büyük bir yekün tutmuştur. Rahmetli allame Fuat Sezgin Beyefendi, konuyla ilgili olarak ilk devirlerden günümüze kadar yazılan eserlerin belli başlılarını da tespit etmiştir. Hz. Resûlullah Efendimiz'in “Hârûn’un Mûsâ’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir; yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir” iltifatına da nail olan Kamil-i Mükkemmil Varis-i Nebîye mânevî velâyetin verildiği delilleriyle Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî tarafından ispat edilmiştir. Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî,  Fethu’l-melîki’l-alî bi-sıhhati hadîsi bâbi medîneti’l-ilm Alî adıyla bir kitap dahi yazmıştır.  Hz. Resulu Cihan efendimiz vefat ettiğinde mübarek naaş-ı şerifinin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali sultanımız ile Resûlullah’ın yakın akrabasından Abbas, oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd yapmışlardır. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen “Ebû Türâb” lakabından başka “el-Murtazâ” ve “Esedullāhi’l-gālib” gibi mübarek ünvanları da vardır. Çocukluğunda dahi ilm-i Ledün sahibi olduğu ve vahdet, ehadiyet neşesiyle pür nur bulunduğundan hiçbir vakit putlara secde etmemiştir. Putlara secde etmediği için de Resulullah (as) Efendimiz mübarek şahsına  “Kerremallahu vecheh” diye iltifatta bulunmuştur. Onun, İslâm’ın yayılış tarihinde ve müslümanlar arasındaki ilim, takvâ, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mevkie sahip bulunduğunu, Kur’an ve sünneti en iyi bilenlerden biri olduğunu hemen hemen bütün kaynaklar ittifakla belirtirler. Kıymetli dostlar, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in temsil ettiği ilmin kapısı, Hz. Ali'dir lakin bu ilim bildiğimizi sandığımız bir ilmin kapısı asla değildir.  Çünkü bilmenizi isterim ki  Muhammedî olmak demek, maddenin, mânânın, Levh-i Mafhuz'un tümü demektir. Nitekim Efendimizin "Ben ilmin şehri, Ali kapısıdır" buyuruğundan sonra Hz. Ali Efendimiz kendi ilminin hikmetini ve sırrını ancak Efendimiz emrettikten sonra hissetmiş, yaşamış sonra da taliplilerine hissettirmiş, yaşatmıştır. Bu çok değişik, derin, gizemli bir hâdisedir, bir gizli hazinedir, sırlar denizidir. O'nun ilm-i Şerifi Efendimiz emrettiği zaman "Demek ki ben ilmin kapısıymışım" diye düşünerek değil, gönlünden onun hikmetlerini alarak ne kadar Cenab-ı Hakk tarafından ceryanla yaratıldığı, nasıl ikram sahibi olarak yaratıldığı anlatılmıştır. Bunu zahir plânda ki görünüşleri, madde ilimlerinin özellikle müspet ilimlerin anahtarları iktisat, dil, yazı, alfabe, matematik, fizik ve kimyadır (simya). Biliyorsunuz en başlıcası da matematiktir. Matematik olmadan ne fizik olur, ne kimya olur, ne biyoloji olur, ne teknoloji olur. Mutlaka matematiğe muhtaçtır her ilim ve bilim dalı. Matematik ilmini, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz'e Cenab-ı Hakk külliyen teslim etmiştir. Nasıl teslim etmiştir? Matematik üç kademedir: birinci kademesi aritmetik dediğimiz bilinen sayıların yardımıyla bir sayı bulmaktır. Asr-ı Saadete kadar matematik adına bilinen aritmetikten ibaretti. Hz. Ali Efendimiz'e ise matematik ilminin külliyen anahtarı verilmiştir. Neydi bu anahtar? Bilinenler yardımıyla bilinmeyenleri bulmak, yani cebir anahtarlardan biridir. Bunu Hz. Ali Efendimiz, Hz. Hasan Efendimiz kanalıyla torunu Cafer-i Sadık Efendimiz'e intikâl ettirmiştir. Cebiri yeryüzüne getiren gerçekten Hz. Caferi Sadık'tır ve onun 20 yaşındaki talebesi Câbir, ilk cebir kitabını yazarak, aslında Âlem-i İslâm'a bir ışık tutmak, bütün ilimleri İslâm kanalından akıtmak için şifreyi insanlığın istifadesine sunmuştur. Bütün bilim adamları özellikle bir İtalyan bilim tarihi üstadı vardır. O: "Cabir olmasaydı televizyonu bin sene sonra seyrederdiniz" diyor çünkü bütün teknolojik gelişme cebirin Fransa'ya intikâl edişi 1640 yıllarındaki El-Cabiriye kitabı yani Cabir'in Kitabı  sayesindedir. Ondan sonra cebir, ondan sonra fizik doğmuş ve bu sayede bugünkü insanlar İslâm’ı hor görenler dahi onun sayesinde, arabaya binip bir yerden bir yere gidecek çareyi bulmuşlardır. İşte Hz. Ali Efendimiz'in ilmi böylesine derin ve sonsuz bir ilimdir, sıradan bir ilim asla değildir. Seni arabaya bindiren, havada uçurtan, roketi attıran cebir ilminin tohumunu insanlara bağışlamıştır. Eğer cebir ilmi olmasaydı maddesel ilimler küçük bir şeyden ibaret kalırlardı. Nitekim dünya âlemi yüzyıllar boyu aritmetikle uğraşmış, Mısır’da ehramlar yapılmış, piramitler yapılmış, bunun etrafında firavunların enva-i çeşit kimyasal oyunları olmuş, fakat bir şey uymamış, zaman çarkı dönmemiş, saat bulunmamış, makine bulunmamıştır. Bunların hepsi Hz. Ali Efendimiz'in vasıtasıyla zuhur etmiştir. Sevgili dostlar, cebirin asıl üçüncü kademesi daha zor olanıdır. İlm-i cebir denilen kademesi yalnız Hz. Ali Efendimizin tasarrufundadır. Bilinmeyenlerle, bilinmeyenleri bulmak (Sonsuzluk ilmidir. İlm-i Ledünle ilgilidir ve Levh-i Mahfuz sırlarındandır). Evvelâ bilinenlerle bilinmeyenleri bulduk, sonra bilinmeyenlerle bilinenleri bulduk, üçüncü kademesi bilinmeyenlerle bilinmeyenleri bulmak. İşte sizlere kısaca arz etmek istediğim meselenin özeti budur. İnsanın aklı gerçekten de  almıyor, imkânsız gibi görünüyor. İşte o da Hz. Ali Efendimizin anahtarını yaptığı gönül dediğimiz o müthiş ülkede beyinde ışık yakmak, beyni nurlandırmak, onu aşk ateşiyle yakıp kül etmekle mümkündür. Yani sadece zihinsel faaliyetle cebir öğrenilmez de çözülmez de. Mutlaka gönülden alınan bir mesajı, yine zihinden geçirerek zihin içerisinde bir ilim hâline çevirme sanatıdır. Bu mutlaka istisnalar içerisinde verilmiştir. Bu ilim yaygınlaştırılmamıştır sadece talip olanlardan ehline emanet edilmiş, ihsan edilmiştir. Bizzat Hz. Ali Efendimiz: "İlmî cebiri de herkese  verseydik insanlar tamamen dünyaya saracaklar, dünya problemlerini kolay çözmenin rahatlığı, altında olacaklar ve mânâyı unutacaklardı. Onun için ilmi cebiri herkese vermedim hak edene verdim" buyurmuştur. Sevgili dostlar Hz. Ali Efendimizin bir türlü anlaşılamayan bir halifelik, bir politika çizgisi de vardır. Bu politika devrini maalesef pek çok insan anlayamamıştır, "Çok büyük zattı fakat politikası zayıftı, hatalıydı" denecek kadar aptallaşılmıştır. İlmin kapısında gizli bir şeyi yoktur ki, politikası zayıf olsun. Bütün güzellikleri, gerçekleri temsil edecek hüviyete sahiptir zaten kendisi ve bu hakikatin herkes tarafından idrak edilmesi gerekiyor. Sevgili dostlar, bendenizin Hz. Ali Efendimizin ilmine ait müthiş bir cümle olarak kabul ettiğim; "Ey insanlar siz Âlem-i Kübrasınız ve bütün âlemler Âlem-i Süğradır." yani "Siz büyük âlemsiniz, insan olarak, ama etrafınızda seyrettiğiniz galaksiler, yıldızlar, semalar küçük âlemdir." cümlesidir. Zaten  ekseriyetle, Hz. Ali Efendimizin hutbelerini dinlerken insanlar çok şaşırırdı, hayretten hayrete akar, dolaşır, giderdi. Öyle net, kesin, dönülmez cümleler söylerdi ki, tek seferde anlaşılması mümkün değildi. Nitekim bu cümlesini emrettiği zaman, bütün insanlar küçük âlem; bildiğimiz semalar, galaksiler, yıldızlar büyük âlem, dediler. O şerefle saadetle "Hayır," buyurdu. Kesin olarak kelime şaşırtması yoktur, bütün âlemler küçük âlemdir, siz büyük âlemsiniz. Çünkü bütün kesret âlemi, bütün varlıklar Cenab-ı Hakkın sıfatından teşekkül etmemiş midir? Evet, sıfatının yansımasından teşekkül etmiştir. O hâlde sıfat tecellileridir. Peki, Allah (cc) demiyor mu ki, "Ben müminin kalbine sığarım" diye, O hâlde Cenab-ı Hakkın Zatı mı büyük olur, sıfatı mı büyük olur? Elbette ki zatı olur. O hâlde insan âlem-i Kübra’dır. Bu çok büyük bir mânâ ilmidir, isteyen hazmetmeye çalışır, istemeyen de duymazlıktan gelerek uzaklaşır. Kıymetli dostlar, Hz. Ali Efendimizin hutbelerini, çeşitli kaynaklar toplamışlardır ve Nehcul Belâga diye bir kitapta da  bir araya getirmişlerdir. Aslında Nehcül Belâga'yı Süryanice, bir rivayete göre de İbranice ve Aramice olarak Hazret-i Ali Efendimiz bizzat kaleme almıştır lakin yazmalar günümüze bizlere farklı farklı kanallardan, kaynaklardan toparlanarak gelmiştir. Nehcül Belâga'nın içinde kitabı derleyenlerin yorumları da vardır. Burada ki sözlerin bazıları  tartışmalara yol açmıştır lakin bilmenizi isterim ki tartışılan esas metin  değil metin içinde ki  yorumlardır. Yorumlar farklı farklı yapıldığı için tartışmalar çıkmıştır. Hazret-i Ali Efendimizin ilminden irfanından istifade etmek için  inşallah Nehcül Belâga'yı mutlaka okuyun, eğer mümkünse taklit olmamış yorumlarının dışındaki nüshalarından okuyun. Zannediyorum ki Abdülbaki Gölpınarlı'ın, Nehcül Belâga'sı en azından buna haizdir. Çünkü hangisi şah-ı velayet efendimizin buyuruklarıdır hangileri  yorumdur ayırmıştır. Kıymetli dostlar Hz. Fatıma validemize ait sırların bir kısmı da Nehcül Belâga'ya nakşedilmiştir. Kur'an âyetlerinin yorumundaki anahtarların, şifrelerin bir kısmı dahi Nehcül Belâga'da bulunmaktadır. Allah hepimize inşallah Hz. Ali ve Hanedanı Ehl-i Beyt-i Mustafa sevgisi versin, onların feyziyle huzuru mahşere gidip, Hz. Fâtıma validemiz efendimiz karşısında divan duranlardan eylesin. Eğer ceryan almadan, onlara aşık olmadan, onları anlamadan gidersek korkulur ki mahşerde rezil   kepaze oluruz. Aziz dostlar Rabbimiz bizleri Hanedan-ı Ehli Beyti Mustafa efendilerimizin ve başta İmam-ı Ali Hazretlerinin kokusunu yaşarken duyanlardan eylesin. Hz. Ali Efendimizin kokusunun ne olduğunu bilir misiniz? Kaynakların yazdığına göre sizlere arz edeyim ki  Şah-ı Velayetin mübarek kokusu kırmızı karanfildir. Bu kırmızı karanfil kokusu da şahadetin kokusudur. Şehadetin kokusu kırmızı karanfildir çünkü  Hz. Ali Sultanımız Efendimiz şehit olduğu zaman, orada bulunanlar, hak dostları dökülen mübarek kandan karanfil kokusunu pek net olarak almışlardır ve uzun müddette efendimizin  yaraları kanamıştır. "Niçin  yaraları uzun müddet   kanadı?" sorusuna hak dostları buyurmuşlardır ki  "Kıyamete kadar gelecek insanlardan Hanedan-ı Ehl-i Beyt-i Mustafa'nın yolundan gidenler bu aziz  kokuyu rahat rahat  alsınlar da feyze, ilme nail olsunlar diyedir" demişlerdir. Rabbimden niyazım Hanedan-ı Ehl-i Beyt-i Mustafa'nın şefaatlerine, himmetlerine ermek, sonsuz ilimlerinden, nurlarından acizane  istifade etmektir vesselam.