Yavuz Sultan Selim Han’ın saltanat dönemini ve Mısır’ın fethini araştırıp, yazanların gözünden kaçan çok önemli, gizemli ama özelde tarih meraklılarının genelde ise insanlarımızın mutlaka öğrenmesi gereken bir husus bulunmaktadır.  

Mercidabık (24 Ağustos 1516) ve Ridaniye  ( 22 Ocak 1517)  Savaşlarını bütün detaylarıyla inceleyen, eserlerinde de anlatan kalem erbabı, her ne hikmetse Hükümdarın Mısır’ı aldıktan sonra oradan ayrılıncaya kadar, Kahire’de hangi önemli konular ile ilgilendiğini maalesef anlatmamışlardır.

Selim Han’ın Müslümanlara hatta insanlığa, kadim topraklardan çizdiği ufuktan ve gösterdiği hedeflerden habersiz oluşumuz,  bizleri bugünlere kadar getirmiştir. Yani orta doğu topraklarında akan kan ve gözyaşının sebeplerinden biri de hiç şüpheniz olmasın ki onun bıraktığı emanete sahip çıkmamamızdan kaynaklanmaktadır.  Bu önemli mirasın ne olduğunu açıklamak zaten makalemin de içeriğini oluşturacaktır.  

Sultan, hayatı boyunca ve özellikle de Mısır’ı fethettikten sonra Eşyanın Hakikatinin peşinde koşmuştur. Kâinatın, maddenin esrarını anlamlandırmak ve kadim tarihin izini sürmek için uğraşmıştır. 

Siz kıymetli okurlarıma bu manada arz edeceğim konuyu ise Osmanlı Tarihini yazanlar önemli görmemişlerdir. Sultanın Mısır’da yaptığı araştırmaların, çalışmaların üzeri örtülü kalmıştır.

Hilafet Makamını, Devlet-i Aliye’ye kazandıran Sultan I. Selim Han, kısa padişahlığı zamanın da başarmak için çırpındığı ve mücadelesini verdiği meseleleri hal yoluna koyup projelerini kendisinin arzu ettiği şekilde tamamlayabilseydi,  devrinin “süper gücü” olan Osmanlı Devleti, çok daha başka noktalara gelebilecekti. Ancak kader hükmünü icra etti. Hazret-i Yavuz, İmparatorluğun istikbali için kendince yapılması lazım gelen icraatları hayata geçiremeden, 24 Nisan 1512 tarihinde cülus ettiği tahtta, 8 yıllık padişahlıktan sonra 22 Eylül 1520’de çok büyük zaferler ve başarılar kazanmış olarak, Nedimi Hasan Can Yasin-i Şerifi okurken sabahın ilk saatlerinde, henüz gün ışırken vefat etmiştir. 

 Hükümdarlığı zamanının siyasi ve askeri mevzuları yazımın konusu değildir.  Onun, İbn-i Kemal, İdris-i Bitlisi, Şeyh Mekkî Efendi gibi âlim ve âriflere verdiği vazifeleri takip ederek, Hünkârın Devletin ve insanlığın istikbali için başlattığı projeleri bilmemizin lazım geldiğini ve bu mevzuların çok önemli olduğunu düşünmekteyim. Zira hayata geçmesi için var gücüyle uğraştığı  “bilgelik” İNSANLIĞIN ACILARDAN VE FELAKETLERDEN KURTULUŞUNUN İLACIDIR. Peki nedir?  Dünya halklarını, acılardan ve felaketlerden kurtarmanın yolu. Sultan Selim Han’a göre İbn-i Arabî Hazretlerinin irade buyurduğu “Kalbim bütün suretleri kabul edecek bir hale geldi.”diye başlayan şiiri, kavgaları çekişmeleri, sen ben inatlaşmalarını yok edecek iksirdir. Şimdi bakalım, hazret, nutk-u şerifinde anlamak isteyenlerin aklına hissetmek isteyenlerin gönlüne asırlar öncesinden nasıl seslenmiş. 

Kalbim bütün sûretleri kabul edecek bir hale geldi.

Ceylanların otlağına, puthaneye, keşişlerin manastırına döndü kalbim. 

Kalbim tavaf edenlerin kâbesi Tevrat levhalarına, kuran sayfalarına döndü.  

Ben aşk dininin müntesibiyim. 

Aşk bineği hangi yöne götürürse benim dinimde imanımda orada. “   

Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının ayrım yapmadan herkese aşkla hizmet etmeleri, insanlara din farkı gözetmeden şefkat ve merhamet ile yaklaşmaları hazretin, şiirinde bahis buyurduğu yaratılış hikmetlerinin kavranmasından kaynaklanmaktadır. Yani İbn-i Arabî anlayışı, Selçuklu ve Osmanlıyı âleme hizmetkâr kılmıştır.   Kaos, kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü dünyanın, Şeyh-i Ekber hazretlerinin fikirlerinden uzak olduğu ise ortadadır.  Osmanlı Devletinde asırlarca kilise, sinagog ve camiler nasıl bir arada durdu? Neden kimse kimseye karışmadan özgürce ibadetini yaptı? Sorusunun cevabı da zannederim hazretin, şiirinde ki derin manada gizlidir.  İşte  “İbn-i Arabî metafiziğinin ve varlık algısının”,  insanları ötekileştirmeden bir arada tutmanın gizemli formülü olduğunun farkına varan hükümdar da, devrin âlimi, Kanuni Sultan Süleyman Han zamanının da Şeyhülislamı olacak olan İbn-i Kemal Hazretlerine, “Vahdet-i Vücûd öğretisinin devlet doktrini haline getirilmesinin sakıncası olup olmadığını sormuştur. Kendisinden müspet cevap aldıktan sonra da öncelikle yapılması gerekenin İbn-i Arabî adını lekelemeye çalışanları susturmak olduğu konusunda hem fikir olunmuştur.   Bunun üzerine İbn-i Kemalde Öncelikle hazreti, hâşâ kâfirlikle suçlayanlara karşı meşhur Fetvayı Şerifini kaleme almıştır. 

Kaynaklarda İbn-i Kemal’in, Muhyiddin Arabî Hazretlerini savunan fetvasının tercümesi şöyledir. “  Ey insanlar ,  büyük şeyh, kerem kaynağı, âriflerin kutbu ve tevhit ehlinin imamı İbn-i Arabî kâmil bir müctehid, faziletli bir mürşiddir. Ona ait, insanlara garip gelen kerametleri ve sözleri vardır. Ancak bilesiniz ki birçok talebeleri de olan İbn-i Arabî, gerçek âlimler nezdinde kabul görmüştür. Kim onu reddederse hata etmiş, kimde reddinde ısrar ederse sapıklığa düşmüş olur. Devletin hükümdarının iddia sahiplerini terbiye etmesi ve bu düşünceden caydırması gerekmektedir. Çünkü devletin hükümdarının iyiyi emretmek, kötüden alıkoymak görevidir.  İbn-i Arabî’nin birçok telif eseri vardır.  Fusûsu’l – hikem, Fütûhatu’l Mekkiye bunlardandır. Bu eserler de ki meselelerin bir kısmı, lafız ve mana bakımından malum olduğu gibi ilahi emre ve peygamberin şeriatına da uygundur. Bir kısmının manasını anlamak, zâhir ehli için üstü kapalı olmakla beraber, bâtın ehli mutasavvıf için apaçıktır.  Bu durumda, kastedilen manayı kavrayamayanlara susmak düşer.  Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından gitme, çünkü kulak göz ve kalp… Bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra Suresi 36. Ayet ) ayeti de bunu gerektirir. Allah doğru yola ulaştırandır. Dönüş onadır. “   Fetvanın kaleme alınmasından insanlara duyurulmasından ve devlet arşivine girmesinden sonra ise İbn-i Kemal Hazretleri ile Hazret-i Yavuz’un istişaresi sonucunda Arifler den Şeyh Mekkî Efendi Hazretlerine Şeyh-i Ekber’in daha geniş ve kapsamlı olarak müdafaa edilebilmesi için eser yazması rica edilmiştir. 

Şeyh Mekkî Efendi Ve Müdafaanamesi…  

Asıl adı Ebu'l-Feth Muhammed bin Muzafferüddîn bin Hamîdüddîn Abdullah olan Şeyh Mekkî Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin nerede ve hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Tabâkât kitaplarında hayatı hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan Hazret, kendi ifâdesine göre Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebelerinden olup, muhtemelen İran'ın Herat şehri yakınlarında ikâmet etmiştir.

İran ve Mısır seferleri dönüşü, fethettiği beldelerdeki ilim ve irfan ehlini yanına alıp beraberinde getiren Yavuz Sultan Selim Hân, Şeyh Mekkî Efendi -ks - Hazretleri'nin de sahip olduğu büyük kemâli sezmiş ve kendisine büyük bir değer vererek Osmanlı Devleti'nin başşehri İstanbul'a getirmiştir. Yavuz, Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî (ks) Hazretleri'ne büyük bir hayranlık duyuyordu. Bunun nişanesi olarak Hazret'in kaybolan mezarını açığa çıkarttırıp, üzerine bir türbe yaptırdı. Daha sonra, İbn-i Kemal ile yaptığı istişare neticesinde, "Ekberiyye meşrebi" üzerinde eserler yazan Mekkî Efendi'den, zâhir ehli tarafından hücuma uğrayan Şeyhü'l-Ekber Hazretleri'ni müdâfaa maksadıyla bir eser yazmasını istedi.

Hazret, eserinin girişindeki ifadesine göre, "Hâkimü'l-Haremeyni'ş-şerîfeyn, Mâlikü'l-berreyn ve'l-bahreyn, es-Sultân İbnü's-Sultân Sultân Selîm Hân ibn Sultân Bâyezîd Hân ibn Muhammed Hân"ın emri üzerine, Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî hazretleri'nin daha çok "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserindeki beyanlarına yöneltilen itirazları ortadan kaldırmak için, "el-Cânibü'l-Garbî fî Hall-i Müşkilât-ı Şeyh Muhyiddîn İbnü'l-'Arâbî" adlı bir eser yazmıştır. Hedefteki en önemli mesele olan "Hâtemü'l-velâye" ile ilgili itirazları, iddiaları temsil eden birtakım sorular tertip ederek tafsilâtlı bir biçimde cevaplandırmıştır. Eser, yazılışından yaklaşık iki asır sonra, Ahmed Neylî Efendi tarafından "el-Fazlu'l-Vehbî fî Tercemeti'l-Cânibi'l-Garbî" adıyla Türkçeye çevrilmiştir.

Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî Hazretleri'nin benzeri beyanlarıyla ilgili olan; "'Aynü'l-Hayât" ve "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem" adlı kitapları, Hazret'in bilinen diğer iki önemli eseridir.

Mısır’a Düzenlenen Seferin Bilinmeyen Esrarengiz Yönleri:

Mısır’a düzenlenen seferin, bilinen sebepleri kadar bilinmeyen ve maalesef üzerinde hiç durulmayan sebepleri de mevcuttur.  Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, Kuran-ı Kerimi elinden hikmetini de gönül ve aklından hiç düşürmezdi. Bu yüzden de Mısır Ülkesine yüce kitabımızın verdiği kıymet ve değeri de çok iyi biliyordu.  Kitab-ı Mübin’in zahiri olarak harflerini okuduğu gibi batıni manalarından da haberdardı.  Hünkâr, meallerini yazacağım ayetlerin derununa vakıf olduktan sonra Mısır’ı Fethetmeyi aklına ve kalbine hiç silinmeyecek bir şekilde kazımıştı.  

Yunus Suresi, 87. ayet: “Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettik: "Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü'minleri de müjdele."

Yusuf Suresi, 21. ayet: “Onu satın alan bir Mısırlı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Böylelikle Biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.”  

Zuhruf Suresi, 51. ayet: “Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?”   

Yusuf Suresi, 56. ayet: “İşte böylece Biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız.”

 Eğer çok dikkat edilirse görülecektir ki ayeti Kerimeler de geçen sıra dışı ifadeler gerçekten de sultanın neden Mısır’a yöneldiğinin nişanesi gibi durmaktadır.  Ve o devirde ki zorlu şartlara ağır imtihanlara hatta itirazlara neden göğüs gererek katlandığının da açık ifadeleridir.  Kaynaklar bizlere, Sultanın ayetler de geçen  , “Mısırda kavminiz için evler hazırlayın”   - “ Müminleri müjdele”  -  “ Ona sözlerin yorumundan olan bilgiyi öğrettik” -    “Mısırın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?  Yine de görmeyecek misiniz? “  -  “İşte Böylece Biz yeryüzünde Yusuf’a iktidar verdik biz kimi dilersek rahmetimizi nasip ederiz”  cümlelerini kendisine rehber edindiğini yazmaktadırlar.  

Hazret-i Yavuz Mısır’ı fethederse, bahsi geçen ayetlerin tecellilerine mazhar olup Allah’ın Müjde ve rahmetlerine nail olacağına imparatorluğun da sarsılmaz bir iktidara kavuşacağına ayrıca da Yusuf As hazretlerine öğretilen ilme sahip olup insanları da bolluk ve refah için de yaşatacağına inanıyordu.  Nitekim İbn-i Kemal büyük ilmi dehasıyla Kuran’ın Enbiya Suresinin 105. Ayetinde geçen “ Yemin olsun! Biz Tevrat’tan sonra Zebur da :” Yeryüzünde muhakkak salih kullarımız varis olacaktır” diye yazdık”  ifadesini cifir ilminin kaidelerine göre tahlil etmiş ve bu ayetten Mısır ülkesinin hicretten 922 yıl sonra fethedileceğini ve ordunun komutanın da Selim isimli birisi olduğunu Kuran’ın işaretlerinden çıkarmıştır. İbn-i Kemal, kaleme aldığı namede, 10 madde de Enbiya Suresi 105. Ayetinde, Mısır’ın Fethine işaret buyrulduğunu delilleriyle yazmış ve hünkâra arz etmiştir. Dileyenler İbn-i Kemal’in hatt-ı Şerifini Süleymaniye Kütüphanesinde (Esat Efendi, No. 3729, vrk. 136 /  a- 138/a.) görebilirler.  Ancak konun önemine binaen, kısaca yazmak gerekirse büyük âlim ve bilge İbn-i Kemal Hazretleri Sultan Selim Han’a şunları söylemiştir.

—“Bu ayet kâinatta tekvini şeriatın kaidelerinden olan  “eslah kanunu” yahut “elyak kanununu” anlatmaktadır. Yani devam ve bekanın sırrı, salâhat ve liyâkat kanununa bağlıdır. Bozukların devam ve beka hakkı yoktur.”  

 Mısır’ın alınmasından sonra, padişahın üzerinde dikkat ve titizlikle durduğu konulara gelecek olursam, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji alanlarında yazılmış kitapları toplatmak ve tasnif etmek için Divan-ı Hümayun görevlilerini memur etmiş ve onları gece gündüz sıkı takip altında tutup eserlerin eksiksiz bir şekilde toplanmasını sağlamıştır. Piramitlerin esrarını çözmek için uğraşmış olduğunu, kaynakların verdikleri malumatlardan anlamaktayız. Ayrıca Nil nehri ile ilgili bilgi toplamak için elinden geleni de yapmış Hazret-i Yusuf’un (as) ilminin peşinden koşmuştur.  Hazret-i Yusuf’un (as)  mucizevî saatini de Mısırda arattırdığını yine devrin kaynakları bizlere nakletmektedirler. 

Mısır’ın Fethedilmesinde Hazret-i Yusuf’un Saatinin Ve Piramitlerin Önemi.

Sultan Selim’in Tarih ilmine olan düşkünlüğü, onu “zaman kavramını” derinlemesine incelemesine ve konuyu etraflıca tefekkür etmesine de sebebiyet vermiştir.  Tarih ilmine olan düşkünlüğüne iki kısa örnek vermek gerekirse, ilk olarak akla gelen hususlar şunlardır.  Moğolların Doğu’da ki seferlerini anlatan Vassâf Tarihi’ni, seferlerinin tamamında yanında götürmüş ve okumuştur. Hatta Mısır seferi sırasında kitap kaybolduğunda padişah buna çok üzülmüştür. Mısır’ın Fethinden sonra, Kahire’de, hızlı yazmasıyla ünlü bir hattat buldurmuş ve Vassâf tarihinin kopyalarını yazdırmıştır.  Döneminde yazılan ve kendisinin hususiyetlerinden detaylıca bahseden eserler de, Yavuz’un Vassâf tarihinde Moğolların gizli hazinelerinin yerinin şifreli olarak bulunduğundan emin olduğunu ve onların yerini keşfedip devletini güçlendirmek istediğini yazmaktadırlar. Mısır’ı aldıktan sonra, ünlü tarihçi İbni Tağriberdî’nin “En Nücûmu’z – Zâhire” isimli kıymetli kitabını İbn-i Kemal Hazretlerine tercüme ettirerek, konak yerlerinde parça parça kendisine sunulmasını istemiş ve okumuştur. Onun  “zaman” kavramı hakkında Aziz Augustinus’un  “Geçip gitmiş olmasa “geçmiş”  zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zamanda olmayacak. Peki, nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok gelecek ise henüz gelmedi.  Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı ?”  Sözlerini, sürekli olarak çevresine tekrarladığını da bilmekteyiz.  Bu manada baktığımız da, Sultan Selim Han’ın Mısırda, Hazret-i Yusuf’un(as) saatini arattırmasının sebepleri de ortaya çıkmış bulunmaktadır. Hünkârın amacı, zaman kavramını hakkıyla çözebilmekti. 

 Saatçilik mesleğinin pirinin de, Hazret-i Yusuf olduğu gerçeğini de bilen padişah muhtemelen  “ona sözlerin yorumundan olan bilgiyi öğrettik “  ayetinin sırrına ermek için saatin peşine düşmüştür.  Kadim ve İslamî kaynaklarda Hazret-i Yusuf Efendimizin saati keşfeden kişi olduğu belirtilmiştir. Zindan da kaldığı süre içerisinde “zaman ölçen”  bir alet yapmıştır ki bu da onun mucizelerinden biridir.  Ayrıca İsrail ve İngiliz Arkeologlarının, Mısır da Amon Tapınağı’nda ve diğer yaptıkları kazılarda Hazret-i Yusuf’un esrarengiz saatini aradıkları da bilinen bir hakikattir. Bahsi geçen bu gizemli aleti bulduklarını söyleyen araştırmacılar da bulunmaktadır. Albert Einstein’in İzafiyet Teorisi’ni tesadüfen bulduğunu zannetmiyorsunuz değil mi? Kabala, arkeolojik kazılardan çıkan bilgilerden ve metafizik ilminden sonuna kadar yararlanmıştır. Kuran-ı Kerimde ise, zamanın izafi olduğu gerçeği pek çok yerde anlatılmıştır.  Ancak Üzeyir As Hazretlerinin Mevla Teâlâ ile yaptığı sohbet konunun anlaşılması için yeterince açıktır.

Bakara Suresi 259. Ayette “Yahut altı üstüne gelmiş ıpıssız bir şehre uğrayıp: «Allah, bunu bu ölümünden sonra nereden diriltecek?» diyen kimse gibi. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl öldürdü, sonra diriltti ve: «Ne kadar kaldın?» diye sordu. O: «Bir gün veya bir günden eksik kaldım.» dedi. Allah: «Hayır, yüz yıl kaldın. Öyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! Bunlar, seni insanlara karşı gücümüzün bir canlı delili yapmamız içindir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?» Bu şekilde hak, kendisine apaçık belli olduğunda: «Allah'ın her şeye gücü yettiğini şimdi biliyorum.» dedi.”  

Bütün bu bilgiler ışığında ve zamanın izafi olduğunun da bilincin de olarak sultanın, Hazret-i Yusuf As Efendimizin saatini aratmasının hikmetinin bir de bu açıdan değerlendirilmesi ve tekrardan yorumlanması gerektiği kanaatindeyim.   

Piramitler meselesinde ise, yine güncel bir yorum yaparak Yavuz Sultan Selim’in, bu abidevi yapıların sırrını öğrenmek istemesinin altında yatan sebepleri incelemek gerektiği düşüncesindeyim.

Günümüzden geçmişe doğru bakacağız ve deyim yerindeyse, sanki zamanda yolculuk yapıyormuş gibi bir tefekkür alanı kazanmış olacağız. Bu farklı bakış açısı sayesinde de konunun ehemmiyeti daha net olarak ortaya çıkacaktır.  Bir dönem bütün dünya televizyonlarında büyük bir ilgiyle karşılanan  “X Files” isimli dizi, işlediği konular ve içeriğiyle ilgi çekmişti. Açıklanamayan olaylara karşı Dedektif Scully, şüpheci, kendince objektif ve bilimsel olmaya çalışıyordu.  Ajan Mulder’e göre ise “Küresel Hükümet” bilgiyi gizliyor ve her şeyi inkâr ediyordu.  Ayrıca ikinci dedektif Mulder ne kadar gerçeğe yaklaşırsa bir o kadar da geriye gidiyor.  Bu konuyla ilgili asistan yardımcısı Skinner şöyle bir söz söyler “  Onlar her zaman senden iki adım önde Mulder! Bir adım ileriye gittiğinde üç adım geriye düşersin! “    Dizide de bahsedildiği gibi, dünyayı zulüm, kan ve gözyaşı pahasına idare etmeye çalışan yaratıcı güç ile iddialaşan ve hâşâ tanrıcılık oynayan “ Küresel Hükümeti idare edenler”, gerçek bilgiyi saklamak üzerini örtmek, bunları yapamıyorlarsa da, her şeyi ama her şeyi inkâr etmek için ellerinden geleni yaparlar. Buna tarihi gerçeklikleri ört bas etmek ve halkların geçmişte yaşanmış olayları öğrenmesini engellemekte dâhildir.  Bizlere düşen ise ayık olmak, oynanan oyunları fark etmek, hakiki bilgiye ulaşmak için de elimizden geleni yapmaktır. X Files’e tekrardan dönecek olursam derim ki,  X Files gibi bir dizinin, CIA ve Pentagon’dan izin alınmadan senaryosunun yazıldığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz demektir. Bu anlamda düşündüğümüz de Mısır da bulunan Piramitler ile ilgili de saklanan pek çok gerçeğin bulunduğunu da sizlere hatırlatmak isterim. İnsanlıktan saklanan ve üstü örtülen pek çok hakikat var. Ünlü Ejiptologlar ve arkeologlar, aldıkları emirler gereği yıllardan beri piramitlerin yalnızca Firavun mezarı olduğunu iddia ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Oysa İ.Ö 2500 dolayında, henüz tekerleği bile bulamadığı varsayılan bir ülkenin, bütün kaynaklarını kullanarak bu devasa yapıları yalnızca firavunlarına gösterişli mezar olsun diye yaptıklarına inanmak çok zor.  Hele de Giza’da ki üç büyük piramitten söz edince, işler iyice akıl almaz garip bir hal alıyor. Piramitler ile ilgili olarak Robert Bauval ve Adrian Gilbert’in yazdıkları “The Orion Mystery”  isimli kitapta ilginç iddialar var. Yazarlar üç büyük piramidin yani Khufu, Khafre ve Menkaure’de mezar, mumya ya da cesede rastlanmadığını anlattıktan sonra, şu ilginç bilgiyi vermişlerdir “  Piramitlerin hizalanışı çok farklıydı ve gariplik arz ediyordu.  Şöyle ki ilk iki piramit köşegenlerinden birbirinin tam hizasına yerleştirildiği halde daha küçük olan Menkaure hafifçe sola kaydırılmıştı. Bütün kadim ve antik uygarlıklarda olduğu gibi eski Mısır’da da tapınakların belli yıldızlara göre hizalandığı bilinen bir gerçektir.  Mısır’da ise en baskın inanış Osiris Kültüydü ve bu tanrı, Orion takımyıldızı ile simgelenirdi. Orion merkezinde ki üç yıldızın Alnilam, Alnitak ve Mintaka gökyüzünde nasıl konumlanmışlar ise Giza Piramitleri de o şekilde yerleştirilmişlerdir.

Tarih gerçekten de bizlerin bilmediği veya bizlerden saklanan gizemlerle doludur.  Önemli olduğu için tekrar ediyorum ki hatırımızdan asla çıkmasın. “Bizlere düşende gaflette olmamak uyanık olmak ve tıpkı Sultan I. Selim Han gibi hakikatlerin peşinden koşmaktır “  Siz kıymetli okurlarıma Piramitler hakkında paylaştığım güncel bilgilerden ve bunların üzerine yaptığım yorumlardan sonra derim ki   Padişahın Mısır’ı fethettiği o günlere hep beraber, tekrar dönebiliriz.

Artık sultanın Mısır da Piramitleri neden merak ettiğini ve sırlarını çözmek için neden bu kadar çok uğraştığını umarım anlamışsınızdır. Ama bendeniz yine de kısaca belirtmeden geçmeyeyim. Hünkâr piramitleri merak ediyordu.  Çünkü Piramitlerde ve onların inşa edilmesinde yaratılışın hikmetlerini arıyordu.  Prof. Dr. Sayın Feridun Emecen Beyefendinin “Yavuz Sultan Selim” isimli eserinden Hükümdarımızın fetihten sonra meşgul olduğu konuları anlatan bölümden alıntı yaparak, mevzunun iyice netleşmesini sağlamak ve o günlere sizlerle beraber dönmek, Hünkârın adımlarını takip etmek istiyorum. 

 Kahire’de kaldığı sürece sürekli olarak çevreyi gezen ve Mısır hakkında bilgi almaya çalışan padişah, Lütfi Paşa’ya göre piramitlerin nasıl ve kimin tarafından yapılmış olduğunu merak ediyordu.  Etrafındakilere sürekli sorular soruyor, bilgili birilerinin bulunmasını emrediyordu.   Bunun üzerine bilgi sahibi olduğu söylenen yaşlı bir zat bulundu ve otağa getirildi. Piramitler hakkında ki efsaneleri uzun uzadıya anlatan bu şahıs, söz konusu yapıları kimin yaptığının bilinmediğini ifade ederek : “ Kimse bunlardan tam olarak haberdar olamadı, bunların sırrına kimse eremedi “ diye sözünü tamamlamıştı.  Padişah ayrıca ondan Kahire’nin tarihi hakkında bilgi almış, eski şehrin yerini öğrenmiş, Nil’in kaynağının neresi olduğunu bilmek istemişti. Söz konusu şahıs da ona bu muazzam nehrin Habeş vilayetinden doğduğunu, taşkınlarının bölgeye hayat verdiğini ifade etmişti.  Padişah ayrıca Kahire’de ki medrese ve kütüphanelerden kitaplar getirterek okuyor ve musahipleri ile bunlar üzerine sohbetler yapıyordu.  Getirttiği eserlerin fen bahisli olanlarını yanında alıkoymuş diğer dinî eserleri geri göndermişti.”   

Siz değerli okurlarıma Mısır da Sultanın üzerin de araştırma yaptırdığı ve merak ettiği bir başka konu olan  “Hayvanlar âleminin” nasıl vücuda geldiği hususunda ki incelemelerinden de kısaca bahsedip yazıma nihayet vermek istiyorum.

İdris-i Bitlis-i Ve Hayâtü’l Hayavân:

Yavuz Sultan Selim Han, varlıkların yaratılış özellikleri üzerine geniş incelemeler yaparak, eserden müessire Yüce Yaratan'ın sonsuz kudretini nazarlara vermeye çalışan Kemaleddin Demîrî (1349–1405) Hazretlerinin zooloji eseri Hayâtü’l Hayavân’ı merak ediyor okumak ve üzerinde çalışma yaptırmak istiyordu. Onun kitabını merak etmesinin iki önemli sebebi vardı. Kemaleddin Demîrî Kahire doğumluydu. Hünkâr manevi işaretler üzerine geldiği Mısır’da, dünya ya teşrif eden bu kıymetli zatın eserinde aradığı ilim ve hikmeti bulmayı umut ediyordu.  Eseri okumak istemesinin İkinci önemli sebebi ise Hayâtü’l  Hayavân isimli değerli çalışma, o günler de dünya üzerinde bilinen  en meşhur  zooloji kitabıydı. (Batılılardan 400 yıl önce yazılmış ilk zooloji konusunda ki ansiklopedi olması da eseri ayrıca önemli kılmaktadır)    işte bu iki önemli sebep bir araya gelince İdrisi Bitlisi’ye emir vererek Hayâtü’l Hayavân’ı Farsçadan Türkçeye Tercüme ettirmiştir.  Sultan Selim Han Kemaleddin Demîrî Hazretlerinin eserinin tercüme edilmesine ve üzerinde çalışmalar yapılmasına o kadar ehemmiyet veriyordu ki İdris-i Bitlisi’yi teşvik etmek ve daha hızlı tercüme yapmasını sağlamak için ona 1.000 altın ihsan etmişti.

Yazımı okuduktan sonra, siz kıymetli okurlarım da fark etmiştir ki Mısır seferinin hangi aşamalardan sonra gerçekleştiği, savaşın nasıl kazanıldığı da dâhil olmak üzere, Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin Mısır da bulunduğu süre zarfında yaptırdığı çalışmalar,  peşinde koştuğu gizemler daha önce kullanılan bilgilerden kaçınarak ve kaynaklar yeni baştan ele alınarak tekrardan yazılmak zorundadır. Umuyorum ki tarihçilerimiz ve yazarlarımız konunun ehemmiyetini anlarlar da bilinmeyenler,   inşallah bilinir hale gelir.  Makalemi Hazret-i Pir Mevlana’nın sözleri ile nihayete erdirmek istiyorum “ Dün eskidi gitti Cancağazım artık yeni şeyler söylemek lazım “ 

Meraklısına Kaynakça:

Yavuz Sultan Selim / Kapı Yayınları /  Prof. Dr. Feridun Emecen Yavuz Sultan Selim / Babıâli Kültür Yayıncılığı / Yılmaz Öztuna Antik Mısır Sırları / Sınır Ötesi Yayıncılık / Ergun Candan Piramitler Gerçeği / İz Düşüm Yayınları / David Furlong

Şimdilik Hoşça Bakın Zatınıza… 

 

Maraş Pusula Haber www.maraspusula.com / Yazar, Ömer Faruk İspir