Ülkede Fikir Özgürlüğü Yok Diyen Okusun Bizzat Yaşadım

1997 yılı idi. 28 şubat sürecinin ülkeyi sarıp sarmaladığı günleri yaşıyorduk. Gündemin birinci maddesi irtica idi. İkinci madde de laiklik. 
İki ayda bir yayınlanan okul dergisi için makale veriyordum. Tuttum nasıl olsa herkes bir numaralı gündem maddesiyle meşgul diye ben iki numaralı gündem maddesini ele aldım. 
Makalemin başlığı “Laiklik nedir, ne değildir.” İdi. O günlerin fırtınalı havasında hele bir de benim gibi adı çıkmış bir adam, eğer laiklik konusunda yazacaksa kılı en az kırk kere yarmak zorunda idi. 
Ben de öyle yaptım. Son derece teorik, bilimsel bir makale hazırladım. Sade suya tirit, etliye sütlüye dokunmayan, fincancı katırlarını ürkütmeyeceğinden yüzde yüz emin olduğum makalemi dergiyi yayınlayan öğrencilere verdim.
Öğrenciler yazıyı aldılar. Başlığa baktılar ve biraz sarardılar. Renk vermemeye çalışıyorlardı ama korktukları her hallerinden belliydi. Konuyu tehlikeli buldukları belliydi.
“Hocam başımızı belaya sokmaz değil mi?” dediler.
Ben de;
“Oğlum merak etmeyin. Tavşan pisliği gibi kokmaz bulaşmaz bir yazı. Hem bir sıkıntı olursa size niye olsun. Ben bu okulda hocayım. Kendi imzam da yazının altında. Sıkıntı gelirse bana gelir. Sizin resmi bir hüviyetiniz bile yok. Korkmanıza gerek de yok. Gönül rahatlığı ile yayınlayın.”
“Tamam hocam.”
Diyerek alıp gittiler. İkna olmuş gibi görünmüyorlardı. Onlar gidince bende kalan ikinci nüshaya yeniden göz attım. Öğrencilerin haline üzülmüştüm. Farklı bir şekilde ve suç unsuru bulmak kastıyla okuyan birinin gözüyle baktım. Yoktu. Gerçekten tedirgin olmayı gerektirecek hiçbir durum mevcut değildi. 
Öğrenciler bendenizi biraz gözü kara bilirlerdi.  Bazen haddimi bilmeden ileri geri konuştuğum veya başımı derde sokmaktan çekinmediğim zamanlar olmuştu. Ama şu dönem kuru kahramanlık yapacak bir dönem değildi. Yerin altında ve üstünde irtica aranıyordu. Bir adam bu istikamette bir damga yedi mi bir daha iflah olması mümkün değildi. Bize nasihatte bulanan tecrübeli ağabeylerin dediğine göre dindar olan hâkimler bile; “Bize irtica suçundan gelmeyin. Hiçbir şey yapamayız. Eğer yaparsak biz yanarız.” diyorlarmış.
Neyse çocuklar gitti. Bir hafta sonra dergiyi getirdiler. Onlar otururken ben de dergiyi karıştırmaya başladım. Önce içindekiler kısmından konu başlıklarını tarayarak makalemi aradım, bulamadım. Canım sıkılmıştı. Benim yazı veto mu edildi diye düşünürken isimlere bakmak aklıma geldi. İsimler kısmında adım vardı. Adımın karşısına baktım şu yazıyordu; “Sekülerizm nedir, ne değildir?”
Hemen merakla ilgili sayfayı buldum. Yazıya göz attım. Benim yazımdı. Hatta çocuklar otururken baştan sona okudum, bir iki tashih hatası dışında farklı bir şey yoktu.
Dernek başkanı olan öğrenciye;
“Evladım, yazı benim yazı da, başlığı niye değiştirdiniz. Bu böyle olmamış. Başlık başka metin başka olmuş.”
Öğrenciler biraz mahcup;
“Biz değiştirmedik hocam.” Dediler.
“Kim değiştirdi?” dedim.
“Hüseyin Hoca.” dediler.
Hüseyin Hoca dedikleri adam dekandı. Aynı zamanda derginin yazı kurulu başkanı idi. Kendisi ilahiyatçı idi. Tüm gözlerin üzerinde olduğunun farkında idi. Dergideki yazılar yazarın imzasını taşısa bile ona da sorumluluk yüklenebilirdi. En azından böyle bir yazıyı niye koydun sorusuna muhatap olabilirdi. Böyle bir soru ise mesleki kariyerini tehlikeye sokardı. 
Hocayı yakından tanımazdım. Dışardan bakıldığı zaman Zekeriya Beyaz standartlarında görünürdü. Hiçbir zaman konuşmasının başında veya sonunda Atatürk’ten bahsetmeyi ihmal etmezdi. Bütün dikkatine rağmen fakülteye dekan oluncaya kadar alnının damarı çatlamıştı. Kırk kapıya seksen değnek vurmuştu. 
İlahiyatçı sıfatıyla, suyu yokuşa akıtmak gibi bir işi başarıp profesör olmuş, ardından da dekanlık elde etmiş biri, bu kariyerini korumak için yoğurdu üfleyerek yemek zorunda idi.
Neyse. Bu işin nasıl olduğunu sordum çocuklara. Onlar da anlattılar;
Yeni sayı için hazırlanan yazıları, yazı kurulu başkanı sıfatıyla Hüseyin Hoca’ya götürmüşler. Hoca tüm yazıları baştan sona okumuş. İçlerinde edebi metinler şiirler ve fıkralar da olan yazıların tamamını işi şansa bırakmamak adına baştan sona gözden geçirmiş. Sıra benim yazıya gelmiş. Diğer yazı tomarını bir tarafa bırakıp bu yazıyı önüne almış. Eline kırmızı bir kalem almış ve başlığın altını çizerek incelemeye başlamış.
Yazıyı bir kere okumuş. Bazı yerlerine soru işareti koymuş. Sonra tekrar okumuş. Bir iki kelimenin daha altını çizmiş. Hocanın huzursuzluğu her halinden belli oluyormuş. Bir ara öğrencilere bakmış. Acaba bu yazıyı koymasak mı, başımız derde girebilir mi kabilinden. Aslında yazıyı da beğenmiş ve vazgeçememiş.
Yeniden başlığa dönmüş. Başlık üzerinden bir iki zihinsel temrin yaptıktan sonra başlığın üzerini kırmızı kalemle silmiş ve “Sekülerizm nedir, ne değildir?” başlığını yazmış. Ayrıca öğrencilere de tembihlemiş, bu başlıkla yayınlayın diye.
Dernek başkanı olan öğrenci bu değişikliğin hikmetini merak etmiş ve sormuş. Hoca şöyle cevap vermiş;
“Bu başlıkta bir sorgulama edası var. Bu şekilde yayınlarsak herkesin ilgisini çeker ve okurlar. Okundukça da biz tartışmanın içine girmiş oluruz. Sekülerizm dersek, bunu herkes anlamayacağı için pek okumaz. Tartışmaya da yol açmaz.”
Bu veciz açıklamadan sonra öğrenciler de hak vermişler ve başlığı değiştirmişler.
Böyle olmasına rağmen tek tük sosyoloji meraklısı hoca veya talebe çıkmış. Benim yazılarımın da bir iki meraklısı varmış. Onlar da üşenmeyip okumuşlar. Derginin dağıtıldığı gün belki yirmi defa telefon açtılar. Arayanların ses tonunda kaygı vardı. Bu kaygı bu yazı sebebi ile başıma bir şey gelip gelmediğinden ziyade akıl ve ruh sağlığım ile ilgili idi. Çünkü arayanlar diyordu ki;
“Hocam sen iyisin değil mi?”
“Allah’a şükür iyiyim. Hayrola?”
“Hiç, dergide yazını okuduk da kaygılandık.”
“Ne var kardeşim kaygılanacak. Yazıda tehlikeli bir taraf yok ki. Standartların dışında bir görüş mü beyan etmişim de benim için kaygı çekiyorsunuz?”
“Ondan değil hocam. Başlığa Sekülerizm demişsin, metin de Laiklikten bahsetmişin. Biraz garip kaçmış.”
“Vallahi dostum. Ortada bir gariplik olduğu kesin. Ama gariplik Türkiye Cumhuriyetinde mi YÖK düzeninde mi yoksa Üniversitenin kendisinde mi bilemiyorum. Yalnız ben de olmadığı kesin.”
Dedikten sonra her arayana yazının serencamını anlattım. Aramayanlar ise artık beyni sulanmış bu hocanın hiçbir yazısını okumamıştır herhalde.

 

Maraş Pusula Haber - maraspusula.com Şevki Karabekiroğlu