2002 yılında dört bir yandan kuşatılmış ve iktidar alanının çok az bir kısmı kendisine bırakılmış olan Ak Parti hükümeti ülkeyi bağlayan zincirleri 2003 ten sonra kırmaya başladı. Bu tarihten itibaren içerde vesayet odakları dışarıda Türkiye düşmanları düğmeye bastılar. Garip olan gelişmelerden biri de şudur. 2005 ten itibaren ağır bedeller ödemeyi göze alarak İran’ı ve Suriye’yi kollayan Türkiye bu ülkelerden maalesef hiçbir zaman aynı karşılığı göremedi. Mezhep taassubu gözlerini karartmış olan bu devletleri yöneticileri bizim uzattığımız dostluk elini her zaman havada bıraktı.

2006 yılında Türkiye kendi yolunu izleyen ve kendi politikalarını belirleyen bir ülke haline geldi. 2003 yılında Tayyip Erdoğan’a Büyük Ortadoğu Projesi anlatılmış ve Ortadoğu’ya demokrasi getirecek bir formülden söz edilmişti. Tayyip Erdoğan Ortadoğu’daki dikta rejimlerinin yıkılmasının ve demokrasiye geçilmesinin Türkiye’nin oldukça lehine sonuçlar hasıl edeceğine inandığı için bu projenin içinde yer almayı kabul etmişti. Sonradan bunu İsrail’in bölgedeki güvenliğini garantiye almak için kurgulanan bir oyun olduğunu anlayınca bu planın var gücüyle önüne geçmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Çünkü BOP planının başarısı için Suriye ve İran’ın parçalanması bunun için onlarla savaşılması gerekiyordu. Ancak Türkiye bu devletlere kol kanat gerince plan işlemedi. Bu plan rafa kalkınca yeni bir plan yapıldı. O da Ortadoğu’yu Etnik ve mezhep bağlamında çatıştırmak ve bu çatışmalar üzerinden etnik ve mezhep odaklı parçalara bölüp minimize etmek. Şu an yürürlükte olan plan budur ve DEAŞ terör örgütü bu planı hayata geçirmek için kurulmuştur.

Bu tarihten sonra Türkiye bölgede söz dinleyen ülke konumundan çıktı söz söyleyen konumuna geçti. 2009 yılında Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e karşı yaptığı konuşma ile Tayyip Erdoğan yalnız İslam dünyasının değil tüm ezilen mazlum milletlerin gönlüne girdi. 2010 yılında Mavi Marmara gemisi ile mazlum Gazze halkına uygulanan ambargonun kırılması için çaba gösterildi. Bu olaya İsrail’in barbarca müdahale etmesi ve 9 Türk vatandaşını şehit etmesi uluslararası kamuoyunda onu çok zor durumda bıraktı. Bu olay “One Minute” den sonra ikinci kez Türkiye’yi mazlum milletlerin umudu haline getirdi.
Yaklaşık 90 küsur yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde iç ve dış politikada alışık olmadığımız adımlar atıldı. Türkiye daha özgün ve bağımsız bir politika izlemeye başladı. Hatta AB’ye başvurmuş olan Türkiye Rusya’ya “Bizi Sanghay Birliğine alın” diyebildi. Niçin böyle söylediniz deyince Başbakan; “Bağımsız karar verebildiğimizi herkes görsün diye” cevabını verdi. Yine uzun menzilli füze ihalesini batıya değil Çin’e vererek bağımsız rotasını ifade etmiş oldu.

2003 1 Mart tezkeresinden başlayarak, One Minute ve Mavi Marmara ile devam eden, Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in başarısı için gayret eden ve İslam Dünyasını birleştirmeye çalışan, mezhep çatışmalarının önüne geçen bir Türkiye Batının istediği bir Türkiye değildi. Onlar bu zamana istedikleri her şeyi bize kabul ettirebiliyorlardı. 

Bu noktadan itibaren bir dizi operasyonlar başladı. Bunlardan ilki 7 Şubat 2012 de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın gözaltına alınmak istenmesiydi. Operasyon görevi verilen yapı bir istihbarat örgütü gibi çalıştığı için bu operasyonu en ince ayrıntılarına kadar hesaplamıştı. Tam Başbakan ameliyata gireceği saat Müsteşarı içeri alacaklardı. Ne var ki hesap tutmadı. Ameliyat 15 dakika gecikince Başbakan hasta yatağından olaya müdahale etti.

Aynı yılın mayıs ayı sonlarında gezi olayları adı verilen olaylar patlak verdi. Batılı haber ajansları ve televizyonları olaylar başlamadan 15 gün önceden gelip bu olayların naklen yayınını yapmak için hazırlık yaptılar.

İstanbul başta olmak üzere 80 vilayette birden harekete geçtiler. Buna benzeyen operasyonlar Mısır’da Libya’da Tunus’ta Ukrayna’da Gürcistan’da Kırgızistan’da hep amacına ulaştı ve mevcut iktidarları götürmeyi başardı. Bir tek Türkiye’de başarısız oldu. Türkiye bu krizi çok büyük bir ustalıkla atlattı.
Ardından 2013 yılının 17 ve 25 Aralık tarihinde yargı ve polis içinde yuvalanan paralel bir yapı hükümeti devirmek için harekete geçti. Bu saldırı da akamete uğradı. Hükümet yolsuzlukla suçlandı. Buna ilişkin tapeler ve yayınlar her yerde yayınlandı bu atmosfer içinde Haziran 2014 yerel seçimleri yapıldı. Halk oyunu çok iyi sezdiği için hükümete % 46 oy vererek kurulan tuzağı gördüğünü belli etti. Aynı yılın ağustos ayında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez halk Cumhurbaşkanı seçti. Bu seçimde oyların % 52 sini alan Tayyip Erdoğan ilk turda seçilerek seçimle gelmiş ilk Cumhurbaşkanı oldu.

Türkiye’yi girdiği bağımsızlık yolundan alıkoyamayacağını dış güçler ve onların içerideki yerli taşeronları iyice anlamış oldu.

Ak Parti iktidarı döneminde AB ile uyum yasaları çerçevesinde Özgürlük alanlarını genişleten adımlar atıldı. Yıllarca başörtüsü veya haksız katsayı uygulamasından dolayı mağdur edilmiş kitleler rahatladı. 
Ak Parti icraatlarında toplumsal mutabakata önem verdi. Kamuda başörtüsü serbestliği, eğitimde 8 yıllık zorunlu eğitimin kaldırılması ve eğitimde 4+4+4 uygulamasına geçilmesi iktidarın 10. yılında ancak gerçekleşti.

170 yıl önce temelleri atılan ve her geçen gün tahkim edilen Batı’ya bağlı ve bağımlı bir düzeni yerinden oynatmak işgal edilen yerleri alıp buralara milletin iradesini ve değerlerini inşa etmek çok zordu.
Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir karakter olmasaydı şu 13 senede alınan mesafeyi yıllar boyu alamazdık. 29 Ekim 2015