Yüzbaşı Andre Maraş’a geldikten bir gün sonra Maraş’ın ileri gelenleri ile bir toplantı yapmak istedi. Bu isimleri Abdülkadir Paşa’nın konağına çağırdı. Ancak Maraş’ın ileri gelenleri bu davete icabet etmedi. Gitmeye kalkışanlar da engellendi.  Çünkü bu adamın gelişi hayra alamet görünmüyordu. Karşılama sırasında Ermenilerin yaptığı çılgınlıklar ve taşkınlıklar gözden kaçmamıştı. Üstelik bayrağımız da bu adamın gözüne batmıştı. Öyle anlaşılıyordu ki mukaddesata saygısız olan bu adamla muhatap olunmazdı.

Yüzbaşı Andre yanına Süvari jandarma Kumandanı Sıtkı’yı, Yüzbaşı Mithat’ı, Tercüman Vahan’ı, Hırlakyan Agop’u ve iki oğlu Hovsep ve Setrek’i alarak Abdülkadir Paşa konağına gitti. Yanında 25 kadar da süvari vardı.
Toplantı saati gelmiş olmasına rağmen Türklerden kimse yoktu. Yüzbaşı Andre buna önce şaşırdı sonra kızdı. Ev sahibi zor durumda kalmıştı. Neyse bir çıkış yolu buldular. Alaturka saat ile alafranga saat arasında fark olduğunu bunun yanlış anlaşılmaya yol açtığını anlattılar. Bu toplantının Cumartesi günü Belediye binasında yapılmasına karar verildi. Böylece dağılıp gittiler.
Türklerin bu tavrı Ermenilere çok dokunmuştu. Türkler resmen tavır almışlardı. Bunun hesabını sormaları gerekirdi. Yok değilse şehirde moral üstünlük Türklere geçebilirdi.

Türklerden intikam almanın en etkili yolu kaledeki Türk bayrağını indirtmekti. Hiçbir şey onları bundan daha fazla yaralayamazdı.

Ne var ki Fransızların da Ermenilerin de bir akıl tutulması yaşadıkları belliydi. Türkleri mukaddesler üzerinden imtihan etmenin ne tehlikeli bir şey olduğunu Sütçü İmam olayında görmüşlerdi. Henüz üzerinden bir ay bile geçmeden bunu bir daha denemek ahmaklıktan başka bir şey değildi.

Ermeniler Yüzbaşı Andre’yi Bayrağın indirilmesi konusunda teşvik ettiler.

Yüzbaşı Andre Şerefine Ziyafet 
(27 Kasım 1919)

Aynı gün Hırlakyanların evinde Yüzbaşı Andre’nin şerefine bir balo düzenlendi. Bu baloda Yüzbaşı Andre Hovsep Hırlakyan’ın kızı Helena ve Setrek’in kızı Viktor ile tanıştı. Yüzbaşı Andre Helena’yı dansa davet etti. Helena; “Türk bayrağının dalgalandığı yerde kendimi aşağılanmış ve esaret altında kalmış olarak görüyorum bu yüzden dans teklifinizi kabul edemem” diyerek dans teklifini geri çevirdi.

Andre hemen askerlerine emir vererek kaledeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Bunun üzerine Helena dansa kalktı.

Binbaşı Sıtkı tarafından gönderilen Fransız askerleri kaleye çıkarak bayrağı indirdi. Burada beş kişilik bir muhafız askeri vardı ama bunlar olaya müdahale edecek güçte değildi. Bu askerler şehre inerek bayrağın indirildiğini herkese haber verdiler.

Maraş Halkı Bayrak Hastası

Günlerden Perşembe idi. Ertesi gün Cuma. Cuma günü resmi tatildi. Cuma günü Cuma namazı kılınacaktı. Bunun olabilmesi için birinci şart hür olmaktı. Hür olmanın alameti de bayraktı.

Bu yüzdendir ki işgal günlerinde Maraş halkı bir itiyat geliştirmişti. Perşembe günü ikindi vakti herkes kaleye bakar ve buradaki bayrağı görmeye çalışırdı. Evinin penceresinden veya balkonundan göremeyenler evin damına çıkar, buradan da göremeyenler evinden çıkarak biraz yürür ve kaleyi görecek bir açı yakalayıncaya kadar yola devam ederdi.

O Perşembe kim nereden baktıysa bayrağı göremedi. Kara haber tez yayıldı. O gece Maraş halkı neredeyse başka bir konu konuşmadı.

Sabah olunca şehirdeki yüksek tansiyon iyice ortaya çıktı. Gerilim had safhada idi. Ali Sezai Efendi yanına Belediye Başkanı Bekir Sıtkı’yı da alarak Mutasarrıf Ata Bey’in yanına gitti. Bayrağın durumunu sordular mutasarrıf da Andre’nin kendisine Fransız kuvvetlerinin bulunduğu yerde başka devletin bayrağının dalgalanamayacağını ancak hükümet binasında bulundurulabileceğini söylediğini bildirdi. 

Dava Vekili Kısakürek Mehmet Ali Bey hasta yatağından bakıp da kaledeki bayrağı göremeyince perişan oldu. Hiç vakit kaybetmeden kaleme kağıda sarıldı. Aşağıdaki beyannameyi yazdı.

Ey milleti necibe-i İslamiye!

Vaktine hazır ol! Bin üç yüz seneden beri Hazret-i Allah’ı ve Yüce Peygamberini hizmetinle razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki al sancağın bugün Fransızlar tarafından yerinden indirilip yerine kendi bayrağı konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende bir kaç yüz İslam gayreti hiç mi yok? Karışıklık arzu etmeyelim. Yalnız pür vekar ve azametli olarak o al sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar olgunlukla yerlerimize dönelim. Korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen güvenerek Allaha mevcudiyetini gösterecek olursan değil birkaç Fransız kuvveti hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol!

Bu beyanname Kısakürek Mehmet Ali Bey ve oğlu Şahap tarafından beş on nüsha çoğaltıldı. Sabah namazında Ulu Cami, Arasa Camii, Çarşıbaşı, Sarayaltı camilerinin avlularına bırakıldı.

Cuma Namazı
28 Kasım 1919

Cuma namazından önce Ulu Camii daha önce hiç görmediği bir kalabalığa şahit olmuştu. İnsanlar bayrak olayının yerde kalmayacağını mutlaka bir şeyler yapılacağını bildiği veya hissettiği için hazır kıta Ulu Cami’de bulunmayı tercih etmişti. Camiinin içi ve avlusu tamamen doldu. Herkes birbirine bir şeyler söylüyor ve Fransızların yaptığı bu terbiyesizliğin kabul edilemeyeceğini anlatıyordu. 

Cemaat içerisinde aykırı tipler de yok değildi. Osmaniye’den Fransızlarla beraber gelen Teğmen Kenan bunlardan biriydi. Etrafındakilere; iki hafta önce İstanbul’dan geldiğini, orada ne hükümet, ne de bayrak gördüğünü anlatıyordu. Ancak onu dinleyen olmadı.
Nihayet namaz düzenine geçildi. Hoca Minbere çıkıp hutbeye başladı. İmam daha söze başlamadan cemaat arasından “bayraksız namaz kılınmaz” sedaları yükselmeye başlamıştı. Cemaat kaynaşma halinde idi ve namaz kılınacak ortam zaten yoktu. İmam Rıdvan Hoca;

Ey Cemaat-i Müslimin

Cuma namazının farzı üçtür. Hür, Mukim ve Akil olmak. Bu şartlardan birisi şu an tecelli etmemiştir. Hür olduğumuzun alameti olan al sancağımız kalemizde dalgalanmamaktadır. Bu durumda Cuma namazı üzeremizden sakıt olmuştur. Cemaat muvafık görürse şimdi gidip al sancağımızı yeniden göndere çekelim. Buna muvaffak olursak Cuma namazını eda ederiz. Olamazsak üzerinize öğle namazı farz olur. Öğle namazını kılarsınız. 

Hoca daha sözünü bitirmeden cemaat ayaklanmıştı bile. Daha ne duruyoruz hemen yürüyelim diyerek yerlerinden kalktılar. Cami avlusunda beli bükülmüş bir ihtiyar;

“Haydin babam din kavgasıdır bu!”

Diyerek halkı teşvik etmeye uğraşıyordu.

Kaleye Hücum

Minberdeki bayrak alındı ve bir insan seli Kaleye doğru akmaya başladı.

Tekbir sesleri ile yeri göğü inleterek gelen kalabalığı ve onlardaki kızgınlığı gören Kale Muhafızı Fransız askerleri önce kale kapılarını kapattılar. Halk düz duvara tırmanıp kaleye girdi. Kapıları açtı. Muhafızlar Kavgayı göze alamadıkları için tabana kuvvet kaçtılar.

Cemaatin Kaleye yürüdüğü haberi şehirde çabucak yayıldı. Yolu tutan, en kestirme ve sapa yollardan Kaleye doğru yürümeye hatta koşmaya başladı. Bütün şehir ayakta idi. Ermeniler korkularından evlerine kapanmışlardı. Şehrin başka noktalarından gelen insanlar da kalabalığa karışınca cami cemaati üçe beşe katlandı.

Kalenin her yerinden insan kaynıyordu. Tekbir sesleri şehrin her tarafından duyulmaya başlanmıştı. 

Yüksek tansiyon bazı Türkleri de korkutmuştu. Mesela askerlik şubesinde kalem reisi olan Abdullah Bey yapılanların yanlış olduğunu düşünüyordu. Onun kanaatine göre Osmanlı Devleti müttefikleriyle beraber olduğu halde, düşmanlarıyla başa çıkamayarak mağlup olmuştu. Fransa devletine karşı durmanın mümkün olmadığını halen işgal altında bulunulduğunu çoluk çocuğun kanına girilmemesi gerektiğini savunuyordu. Ancak kendisini dinleyen çıkmadı.

Osmanlı döneminde zor günlerde insanların böyle beylik bir bahanesi vardı; Ne yapacaksın yıkılası hanede evlad-ı ayal var. Bunu söyleyenler arkadaşım şehit olsun ben gazi olayım mantığı taşıyanlardır. Evlat ve ayal yalnız korkakların evinde değil herkesin evinde vardır. Ama onlar kavgaya katılmak icap ettiği zaman arkada bıraktıklarını Allaha emanet edip yürürler. Böyle maslahat gözeten adamlar çok olsaydı Maraş’ta zaferi kazanmak mümkün olmazdı. Maraş’ta mücadeleye girenler gerektiğinde tüm ailesini kaybedip tüm şehri yakmayı da göze almışlardı. Çünkü kendilerine mezar olmadan düşmana Gülizar bırakmaya hiç niyetleri yoktu.

Kaleye ilk tırmananlardan biri olan Zalhaoğlu Osman Çavuş (Erşen) gönder direğine yapıştı ve etraftan bir bayrak istedi. O anda onlarca bayrak birden ortaya çıktı. Çünkü Maraşlılar kaleye çıkınca belki bayrak aranır da bulunamaz düşüncesi ile her ihtimale karşı yanlarında bayrak getirmişlerdi. Aynı şeyi onlarca kişi birden düşünmüştü. Neyse bunların hiçbirine gerek kalmadı. Çünkü Fransız askerlerinin indirdiği bayrak bir çalılığın dibinde duruyordu. Alıp temizleyip tekbir sedaları eşliğinde göndere çektiler.

O günü Osman Erşen şöyle anlatıyor;

“Cuma günü Hoca bayrak çekilmeden Cuma namazı kılınmaz deyince kaleye koşan kalabalık içerisinde ben de vardım. Hemen var kuvvetimle kaleye doğru koşmaya başladım O yokuşu bir nefeste nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Peşimden birkaç Türk geliyordu. Kaleye varınca hemen bayrağı aramaya başladım. Bayrak koğuşların orda duruyordu. Bunu kaptığım gibi yüzüme gözüme sürdüm sonra da direğe çektim.”

Maraşlı kalabalık Cuma namazını kıldıktan sonra doğruca hükümet binasına gitti.

Halkın tansiyonu bir türlü düşmüyor

Mutasarrıf Ata Bey’e giderek Fransızların bayrağa ve hükümete hiçbir şekilde müdahalesini kabul etmeyeceklerini kararlı bir dille ifade ettiler. Yüzbaşı Andre’nin tercümanı olan Vahan da oraya gelmişti. Bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkarmaya ne gerek var deyince saldırıya uğradı. Belinden tabancası alındı ve iyi bir dövüldü. Yüzbaşı Mahmut hapsedileceğini söyleyerek Vahan’ı halkın elinden kurtardı. Aksi takdirde linç edilecekti. Yüzbaşı Andre’nin yaveri olan İshak da kamasını çekip kalabalığı korkutmak istedi. Nacar Ahmet oğlu Mehmet adında bir Maraşlı bileğine yapışıp kamayı elinden aldı. Onu da bir güzel dövdüler.

Halk mutasarrıftan;

• Fransız askeri valisinin hükümet binasını terk etmesini, 

• Cuma günü Türk bayrağının kaleye ve hükümet binasına çekilmesini 

• Fransız jandarmaların hükümet binasını terk etmesini istedi. 

Bu isteklerini sıraladıktan sonra da tehdit savurdular;
“Eğer bu işleri kendi rızanız ile yapmazsanız biz başka vasıtaya müracaat edeceğiz. Fransız karargâhına giderek Fransız İşgal Kumandanlığına söyleyeceğiz. Oradan da müspet cevap alamaz isek kendimiz işe başlayacağız.” 
Yüzbaşı Andre halkın kararlı tutumu karşısında hiçbir şey söyleyemedi. Ortam çok gergin görünüyordu. mecburen kuvvetleri ile beraber hükümet binasını terk etti, halk dağıldı. 

Psikolojik Harp

Aynı gün Yüzbaşı Andre yanında miralay Emrullah, Süleymanlı askeri kaymakamı Abdullah Bey olduğu halde şehirde dolaşmış ve halkı yatıştırmaya çalışmıştı. Gördüklerine tebessüm ederek selam veriyor ve hatır soruyordu. 

Ertesi gün hiçbir Türk dükkânını açmamıştı. Guvernör Andre bunu haber alınca tercüman ile birlikte çarşıya çıktı. Dolaşmaya başladı. Niyeti halka nasihat edip bir daha taşkınlık yapmalarını önlemekti.

Aşıklıoğlu Hüseyin’in cevabı,

Bayrak ile bez parçasının farkı

Kanlıdere köprüsünden geçip biraz ilerdeki Nakıp Camiinin önüne geldi. 

Caminin önünde bir binek taşı vardı. Taşın üzerinde birisi ayaklarını uzatmış oturuyordu. Guvernör Andre bu şahsın önünden ekibi ile beraber geçti. Şahıs yerinden kımıldamadı. Andre görmemiştir diye düşünüp geri döndü ve bir daha oradan geçti. Bu şahsın tavrı değişmedi. Bunun üzerine yanına gitti.

“Biraz konuşabilir miyiz?” dedi.

Karşısındaki şahıs;

“Buyur konuşalım.” 

Guvernör Andre kendini tanıttı. Muhatabının adını sordu;

“Aşıklıoğlu Hüseyin” cevabını aldı.

“Ben karargahtan çıktığımdan beri nereden geçsem oradaki insanlar Müslüman olsun Hıristiyan olsun ayağa kalkıp saygı gösteriyorlardı. Senin böyle saygısızca davranmanın sebebi nedir? Beni tanımadın mı?

Hüseyin;

“Tanıdım, benim inancıma göre bir Müslüman bir kafire ihtiram göstermez. Bu dinen caiz değildir.”
“Başka Müslümanlar böyle yapmadı. Onlar saygı gösterdi.”

“Herkesin dini nasıl anladığı beni ilgilendirmez. Benim inancım böyledir.” 

Guvernör Andre;

“Bir bez parçasından başka bir şey olmayan bayrak için bu kadar gürültü yaptınız. Ben insaflı davranıp silah kullanmadım. Eğer emir verseydim binlerce insanı öldürebilirdim. Yarın kullanacağımız topa tüfeğe karşı ne yapacaksınız? Diyelim ki kendinize acımıyorsunuz.  Çoluk çocuğunuza da mı acımıyor musunuz?” diye sordu. 

Hüseyin;

“Ben anamdan doğdum ve kalede bayrağımı gördüm ve şimdiye kadar da görüyorum. Onu görmemek için ya kör olmalıyım yahut da ölmeliyim. Mademki ölürsem göremeyeceğim, onu göremediğim gün ölmüşüm demektir. Her gün ölmektense bir defa ölmek üstündür. Hem de bayrak için ölmek her Türk için şereftir. 
Yalnız ben değil, çoluk çocuk, kadın erkek, büyük küçük her Maraşlı Türkün Cuma sabahı yatağından kalkar kalkmaz ilk bakacağı yer kaledir ilk göreceği şey bayraktır. Yaşamakta olduklarına bu alamettir. Onu görmekle göğüsleri kabarır. Göremezlerse öldüklerine hükmederler. O vakit ne topu ne tüfeği, hiçbir şeyi düşünmezler. 

Sen bizi korkutacağını sanma. Biz eli silah tutmayanlara top tüfek sesi duyuracak değiliz. Karşımıza silahla çıkarsanız evvela çoluk çocuğumuzu öldürür sonra şehri ateşe verir ondan sonra da karşınıza çıkarız. Arkamızda bekleyenimiz, ağlayanımız kalmadığı ve şehir de kül olduğu için ölümden yüz çevirmeyiz. İstersen o vakit dünyanın bütün silahlarını getir karşındayız.”
Guvernör Andre aldığı cevap karşısında şaşkına döner.

Ne diyeceğini bilemez.

O zaman için Aşıklıoğlu Hüseyin’in sözleri biraz kızgınlıkla ifade edilmiş hayali sözlermiş gibi algılanabilirdi. Fakat sonradan hepsi gerçek oldu. Şehir yakıldı. Amaç düşmana Gülizar etmemekti. Hatta 11 Şubat günü savaşın ne şekilde sonuçlanacağı belli değilken bazı Maraşlıların elleri tetikte ev halkını öldürmeye hazırlandığını biliyoruz. Şehir düşman eline geçerse hep birlikte ölmeyi tercih edeceklerdi.
Aslan Bey tarafından telaffuz edilen Maraş bize mezar olmadan düşmana Gülizar olamaz sözü de lafta kalmadı. Maraş halkı bu kavgayı çoktan göze almış görünüyordu.

Maraş’ın Köylüsü

Guvernör Andre buradan bir şey anlamayınca köylü pazarının yolunu tuttu. Köylü milleti ne de olsa şehirli gibi olmazdı. Daha saf olurdu ve ağzı da laf yapmayı bilmezdi. Guvernör Andre büyük ihtimal böyle düşünerek pazara vardı. Bir köylü vatandaş bularak onunla konuştu;

“Biliyor musun biz Fransızlar niye buradayız?”

“Hayır!”

“Sizin hükümetiniz bizim hükümetimizden borç para almıştı. Onu da ödeyemediler. Borçlarına karşılık bu toprakları bize verdiler. Biz de alacağımızı almaya geldik”

Köylü;

“Sizin bu alışverişiniz doğru değildir. Hükümet kimin malını kime satıyor. Yahut rehin veriyor. Biz kendisine bu konuda vekâlet vermedik. Vallahi beyim hükümetler arasındaki alışveriş bizi ilgilendirmez. Borcu olan borcunu ödesin. Biz toprağımızın sahibiyiz ve onu kimseye vermeyiz.”

Guvernör Andre bu cevap üzerine dolaşmaktan vazgeçti. Ne şehirlisi ne köylüsü, Maraş halkının laftan anlayacağı yoktu.

 

Maraş Pusula Haber - maraspusula.com Şevki Karabekiroğlu