Fatih Sultan Mehmed tıpkı İskender gibi ne yaptığını ve ne yapacağını çok iyi bilen ve bunun için çok önceden karar vermiş olan bir hükümdardı. Nasıl ki İskender meşhur doğu seferine çıkarken yeni bir medeniyet inşası için harekete geçtiğinin bilincindeyse, Fatih de İstanbul’u fethederken yeni bir medeniyetin doğumu için adım attığının farkındaydı. Nasıl ki İskender doğuya doğru hareket ederken batının ve doğunun uygarlık değerlerini buluşturmak, kaynaştırmak, faydalı yönlerini bir araya getirerek yeni ve büyük bir medeniyetin temelini atmak istemişse, Fatih’te İstanbul’u almaya çalışırken aynı noktadan hareket etmiştir. 

Nasıl ki İskender yanına batının bilim adamlarını ve filozoflarını da alarak doğuya yürümüş ve aydınlar arasında bir diyalog geliştirerek yeni bir medeniyetin inkişafı için çaba harcamışsa, Fatih de doğunun ve batının aydınlarını İstanbul’da toplayarak bu iki farklı medeniyeti bir ortak paydada buluşturmak istemiştir.
Nitekim Fatih’in mevcut unvanları arasına Roma Çesarı’nı da ilave etmiş olması boşuna değildir. O artık doğunun ve batının hükümdarıdır. Onun eliyle farklı dünyalar tek merkez etrafında birleşmiş tüm insanlık, insanlığın ortak paydalarında buluşmuştur. Evrensel bir imparatorluk doğmuştur.
Bu yüzden Fatih’in İslami gerekçelerle gerçekleştirdiği fetih, insanlık ideallerinin gerçekleşmesini sağlamış, böylece İslami olanın aynı zamanda insani olduğunu da ispatlamıştır

Fatih Sultan Mehmed hep büyük düşünmüş büyük planlar yapmıştır. Kafasında tasarladığı projeler tüm dünyayı kuşatacak çaptadır. Ortaçağ sonlarında, o çağdan kalan ne varsa ortadan kaldırmak ve yeni bir çağı, yepyeni esaslar ve temeller üzerinde yükselmek arzusundadır. 
Fatih gerçekleştirdiği her eylemle kötü ve köhne bir şeyi ortadan kaldırmış, onun yerine yeni ve mükemmel bir şeyi bina etmiştir. Fatih’in yenilikçi düşüncesi ve eylemleri bir inkılâp veya ihtilalin çok ötesinde, yeni bir medeniyetin inşası şeklinde ortaya çıkmıştır.

Fatih’in bir medeniyet inşası için çalıştığını anlamak için diğer medeniyetlerin zuhuruna bakmak yeterlidir.
Herhangi bir toplum, daha mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamak, gelişmek, ilerlemek, ihtiyaçlarını kolay ve pratik yollardan temin etmek için sosyal, kültürel, ekonomik, bilimsel ve ya teknik vasıtalar geliştirir ve başarılı bir model ortaya çıkarırsa, ortaya çıkan değerler sistemi başka toplumları da etkiler. Ulusal ve ya bölgesel çapta başlayan medeniyet hamlesi geniş kitlelere ulaşarak evrenselleşir. Üretilen değerlerin evrensel nitelik kazanması insanların ihtiyaçlarına ve beklentilerine cevap verebilmesi ile doğru orantılıdır.

İnsanların neye muhtaç olduğu ve hayattan ne beklediği ise sahip olduğu dünya görüşü ile yakından ilgilidir. Batı medeniyeti bireyi homo economicus ( ekonomik insan ), hayatı da seküler (dünyevi) algıladığı için kurduğu tüm medeniyet müesseseleri bu değerlerin izlerini taşır. Bu tanımlama insanı bir yönüyle algıladığı için sadece o yönde gelişen bir başarı sergileyebilir. İlkçağ ve ortaçağda oluşan çatışmacı toplum tiplerinin ve acımasız kast sistemlerinin sebebi budur. İnsanlar ekonomik değerlerine göre kategorize edildiği için sınıf çatışması kaçınılmaz hale gelmektedir. Çatışma yalnız ekonomik alanda kalmayıp her alana yayılmaktadır. Kısaca Yeniçağ başlarında Avrupa’da egemen olan yaşam biçimi çatışmacı bir mahiyet arz eder.

Fatih, insanı farklı tarif eden bir kültürün adamıdır. Ona göre insan beşeri vasıflarının çok ötesinde başka özelliklere ve niteliklere sahip şerefli bir mahlûktur. En güzel surette yaratılmıştır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetidir. İç ve dış dünyası bir bütünlük arz eder. İnsanı doğru tanımlayıp ihtiyaçlarını ona göre karşılarsanız çatışma kalmaz. İnsan her şeyden önce insandır. Diğer farklılıkları ikinci planda kalır. Devlet insanına ayırım yapmadan muhatap olmalıdır. 

Nitekim öyle de yapılmıştır. İnsanlığı ve toplumu çürüten tüm sosyal, siyasi ve askeri yapılar ortadan kaldırılmış, insana insanca muamele eden yeni bir yapı kurulmuştur. Bu yüzdendir ki 1699 Karlofça Antlaşması ile Venedik’e bırakılan Mora’nın yerli Rum halkı İstanbul’a ricacı heyeti göndererek yeniden Osmanlı yönetimini talep etmişlerdir. Lehistan’ı terk eden Osmanlı askerlerinin üzengilerine yapışan lehliler de bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz diye ağlamışlardır.

İnsanlığın yeniden dirilişine ve uyanışına batıda başlayan Reform ve Rönesans hareketlerinin sebep olduğunu düşünenler yanılmaktadır. Zira bu uyanış Fatih’in eseridir. Batıda görülen gelişmeler İstanbul’da başlayan depremin artçı sarsıntılarıdır. Yenileşme- değişme arzusu kuvvetli bir dalga halinde İstanbul’dan yola çıkmış, önce Avrupa’yı sonra da tüm Dünya’yı sarmıştır. Meydana gelen gelişmelere ve ortaya çıkan değer yargılarına baktığımız zaman bunu kolayca görürüz.

Fatih’in batıdaki uyanışa üç yönden katkısı olmuştur. Birincisi Osmanlı Devletindeki gelişmeler ve inkişaf tarzı onları derinden etkilemiştir. İkincisi İstanbul, Türklerin eline geçince Roma’ya kaçan bilginler orada Rönesans’ın temellerini atmışlardır. Üçüncüsü ise İslam karşısında sürekli yenilen, gerileyen ve mevzi kaybeden Batı dünyası kendini sorgulamak zorunda kalmıştır. Zira Osmanlılar doğudan, Endülüs Emevileri batıdan Avrupa’yı iyice köşeye sıkıştırmış ve yokluğun eşiğine getirmiştir. Bu noktada ya uyanıp kendini toparlamak ya da yıkılıp yok olmak seçenekleri ile karşı karşıya kalmışlardır. Uyanırken de etrafa değil kendi tarihlerindeki zenginliklerin peşine düşüp antik dönemlerde onları kalkındıran kavramları bulmuşlardır. ( Pozitivizm, rasyonalizm, pragmatizm, laisizm gibi). O günün hâkim ve üstün değerlerini taklit etmemişlerdir. Çünkü antik dönemin felsefesi kendi insan dokusuna ve toplumsal yapısına daha uygundur. Osmanlı medeniyetinin ürettiği değerler sistemi onların bünyesine ters gelebilir.
İstanbul’un fethinin niçin yeni bir çağın başlangıcı kabul edildiğini bazı insanlar anlamakta zorlanmaktadır. Küçük bir şehir devleti haline gelmiş ve surların arasına sıkışmış kalmış olan Bizans’ın alınması insanlığın hayatında bu kadar derin ve köklü değişiklikler meydana getirmiş olabilir mi? Bunu anlamak zordur. Bunu anlamak için Bizans’ın temsil ettiği değerlerin ne olduğunu ve onun yerine konan değerlerin değerini iyi anlamak gerekir. Değişim fiziki ve ya siyasi alanlardan ziyade düşünce ve zihniyet alanında gerçekleşmiştir. 

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alma düşüncesi sadece Osmanlı Devleti’nin sınırlarını genişletmek, doğuya ve batıya genişleyen Osmanlı topraklarının ortasında bağrına saplanmış bir hançeri çıkarmak, Bizans’ın entrikalarına ve Osmanlıların iç işlerine karışmasını önlemek, Kuzeyden güneye giden ticaret yollarını ele geçirmiş olmakla sınırlı değildir. 

Fatih’in İstanbul’u fethetme düşüncesi çok daha önemli ve tarihi sebeplere dayanmaktadır. İstanbul’da temsil edilen ve Ortaçağı anımsatan Bizans devleti ortadan kaldırılmadıkça yeni ve doğru olan şeyleri hakim kılmanın anlamı olmayacaktı. İnkılâbın ötesinde bir medeniyet projesi geliştirmek istiyorsanız köklü bir değişim sağlamak zorunda idiniz. Bu değişim süreci İstanbul’un fethi ile başladı. Bu fetih, yeni medeniyetin esaslarını da ortaya koydu. Bu esasları şöylece sıralayabiliriz:

1. Bağnazlık, taassup, doğma ve cehaletin ortadan kaldırılması. Bizans bin yıllık bir maziye sahiptir. Bin yıldır süregelen alışkanlıkların değer yargılarının Ortaçağ kalıntılarının izlerini taşımaktadır. Bizans’a son vermek demek Ortaçağ boyunca devam eden karanlığa son vermek demektir. 

Fatih Sultan Mehmed, yeni bir uygarlık kurmaya niyetlenirken eskimiş ve köhnemiş unsurları temizlemek zorunda idi. Bu köhne yapının en bariz mümessili ise Bizans’tı. Çünkü feodal alışkanlıklar, taassup, bağnazlık, hurafe, cehalet, entrika adına ne varsa hepsi Bizans’ta fazlasıyla mevcuttu.

Nitekim fetih esnasında İstanbul’da dile getirilen bazı görüşler bu cehaletin ulaştığı düzeyi ortaya koymaktadır. Mesela; savaş cereyan ederken bile meleklerin dişi mi yoksa erkek mi? olduğu tartışması vardır. Osmanlı gemilerini haliçte görünce Meryem Ana’nın ve Ruhu’l kudüs’ün Ortodokslardan yardımı esirgediği söylenmiştir. Türklere karşı konulmaması gerektiği Hz. İsa’nın onları İstanbul içinde helak edeceği söylentisi yayılmıştır. Fatih Ayasofya’nın bodrumunda toplanıp İsa Mesih bekleyen papazlar ve rahiplerle karşılaşmıştır.
Bizans’ın varlığında temsil edilen değer yargıları insanlık tarihinin en karanlık sayfalarını oluşturuyordu. Bu sayfaları koparıp atmadan yeni bir sayfa açmak anlamsızdı.

Hem ortaçağın bütününde hem de Bizans’ın kendisinde görünen dogmalar, taassup, bağnazlık ve kilise baskısı insanları canından bezdiren bir işkenceye dönüşmüştür. Aynı din mensupları arasında bile derin uçurumlar açmış ve düşmanlık tohumları saçılmıştır. Din, barışın ve birliğin adresi olması gerekirken ayrılığın ve düşmanlığın adresi haline gelmiştir. Nitekim İstanbul’un fethi sırasında Katoliklerden yardım isteme fikrine Ortodoks kilisesi şiddetle itiraz etmiş İstanbul’da kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz demişlerdir. Bunu söylerken de doğal olarak 1204 tarihinde dördüncü haçlı seferi sırasında yaşadıklarını hatırlamışlardır. İstanbul’a gelen Latinler buradan öteye gitmeyerek İstanbul’a yerleşmişler ve elli yıl boyunca İstanbul’un altını üstüne getirmişlerdi. Büyük ihtimalle bunu hatırlayan İstanbul halkı Latin yardımına sıcak bakmadı.

Dinsel taassup Balkanlarda da kendini iyice hissettirmektedir. Katolik olan Macarlar, Ortodoks olan Sırplara ve ya Bogomil mezhebine mensup Boşnaklara göz açtırmamaktadır. Akşamdan sabaha baskı ve katliamlar yaparak onları din değiştirmeye zorlamaktadır. Bu şartlar altında her iki millet de Osmanlılardan yardım istemek durumunda kalmıştır. Sırp kralı George Bronkoviç Osmanlı egemenliğini kabul ederek Katolik baskısından ancak kurtulabilmiştir(1461). 

Boşnaklar ise Fatih’in, Mahmut Paşayı bölgeye gönderip huzuru sağlaması, sınırlara kaleler yaparak saldırıları önlemesi üzerine, topyekûn Müslüman olmuşlardır(1463). Böyle bir âlicenaplık daha önce hiç görülmemiştir.
Fatih dinsel taassubu kaldırmak konusunda bizzat çaba harcamıştır. Resim yapmanın haram olarak bilindiği İslam dininde taassubun yeri olmadığını bizzat kendi resmini yaptırarak göstermiştir
Fatih’in medeniyetinde birinci esas din hürriyetidir. Her din veya mezhep kendi içinde örgütlenme, liderini seçme medeni hukukunu uygulama alanlarında tam bir serbestiyet sahibidir. Ortodokslar Fener patrikliğine Georgios Skorpolios’u seçmişler, Yahudiler Moşe Kapsalit’i baş hahamlığa seçmişlerdir. Osmanlı uyruğunda asırlar boyu rahat etmişlerdir.

DTCF’de Genel Türk Tarihi bölümünde okurken rahmetli hocamız Aydın Taneri; Osmanlı Devleti’nin lafızda değilse de uygulamada laik bir devlet yapısına sahip olduğunu söylerdi. Bu görüşlerini Türk Devlet Geleneği kitabında da tekrarladı.

Burada bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Önemli olan kurallar ve ya kavramlar değildir. Önemli olan eylemler ve uygulamalardır. Fatih örneğinde gördüğümüz gibi bazen oluyor ki en küçük boyutlu dini cemaatler bile kendi içinde örgütlenip kendi iç hukukunu uygulayıp kendi inancını rahatlıkla yaşayabiliyor. Bazen de oluyor ki en büyük inanç grupları inancını yaşamakta engeller ile karşılaşabiliyor. Bir devletin laik sıfatından önce laik uygulamalarına dikkat etmek gerekiyor.

2. Fatih medeniyetinde ikinci esas insanların mutluluk ve refahıdır. Bunu sağlamak için gerekli vasıtalar ve teknikler geliştirilmiştir. 
Osmanlı Devleti tüm insanlığı sınıf baskısından feodal yöntemlerden, kilise hegemonyasından kurtarırken bu tedbirlerin ekonomik boyutunu nazara aldı. Servet farkından kaynaklanan sınıf farklarının kökü kurutuldu. Bu yüzden tımar sistemi geliştirildi. Her aileye kendi ekip biçebileceği kadar toprak verildi. Hiç kimsenin geniş toprak sahibi olmasına müsaade edilmedi. Değilse köleliğin başlayacağı belliydi. Bu yüzden toprağın mülkiyeti devlette tutuldu, tasarruf hakkı vatandaşa verildi. Bu şekilde sınıf farklılıklarının oluşmasına meydan verilmedi.

Tımar sisteminde bir aile bir çiftlik miktarından daha fazla araziye sahip olamazdı. Arazi kendi mülkü bile olsa bu sınıra uymak zorunda idi. Fazla toprak sahibi olmanın feodaliteye yol açmasından endişe edildi. Böyle olunca hem kölelik kalktı hem de üretim tabana yayıldı ve arttı.

İnsanlık tarihinde sosyal dengenin bu kadar mükemmel tesis edildiği, servetin bu kadar adil paylaşıldığı, refahın bu derece tabana yayıldığı ikinci bir örnek hatırlamıyorum. Avrupa insanı feodal kıskacın pençesinde inlerken Osmanlı topraklarında yaşayan herkes bu adil paylaşımdan payını alıyordu.

Toplumda geleceğe güven havası hâkimdi. Kimse yarını için endişe etmiyordu. Çoluk çocuk ne olacak demiyordu. Üretim tabana yayıldığı için az çok herkese iş çıkıyordu. Hiçbir şey olmasa bile tüm toplumu kuşatan vakıflar herkes için bir garanti sağlıyordu.

Yalnız geleceğe değil yaşadığı günlere de güven içinde bakabiliyorlardı. Cinayet, hırsızlık, gasp, zina korkusu yoktu. Toplumda tesis edilen huzur ve güven ortamı bu ihtimalleri zaten ortadan kaldırdığı gibi bu suçları işlemeyi düşünenler bunu iki kere hesap etmeliydi. Çünkü Osmanlı hukuku bu tür suçlar için aritmetik cezalar üretmiyordu. Verilen cezalar daha ziyade suçun ortadan kaldırılması ile ilgiliydi. Birini öldüren, kendi hayatından da vazgeçmedikçe bunu yapamazdı. Osmanlı kaynaklarında ve mahkeme kayıtlarında hırsızlık yaptığı için eli kesilen birine rastlanmamıştır.Varsa da dikkat çekmeyecek kadar azdır. Cezalar caydırıcı etkisini göstermiş ve bu suçu işleme fikrini ortadan kaldırmıştır. Bu cezalar namuslu gayrimüslimleri bile çok memnun etmiştir. Çünkü onların huzur ve güveninin teminatı olmuştur. 

Osmanlı tarihinde kapısını mandallayıp hacca giden üç ay sonra geldiğinde her şeyini yerli yerinde bulan sayısız insan vardır.

Ticaret geliştirilerek ülkenin zenginlik ve refahı arttırılmıştır. İpek ve Baharat yolları ele geçirilmiş, doğu - batı ticareti kontrol edilmiştir. Hatta İstanbul bir ticaret merkezi yapılarak 1600 dükkândan oluşan Kapalı Çarşı vücuda getirilmiştir. 

Bu 1600 dükkânın 160 tanesi vakıf edildi. Bu vakfın geliri ile her gün 20 tabip kiralandı ve İstanbul sokakları her gün dolaşıldı. Bu tabipler her eve uğrayarak hasta ve ya yaralı olup olmadığını sordular. Tedavisi ayakta mümkün olanları ayakta, olmayanları şifahaneye götürerek orada tedavi ettiler. 

Yine bu vakfın geliri ile 20 hademe tutuldu. Bunlar her sabah İstanbul sokaklarını temizleyip dezenfekte ettiler. İnsanların mutluluğu sağlıklı ve varlıklı olmalarıyla mümkün görüldüğü için çevre temizliğine azami titizlik gösterildi.
Yaş kesenin başını keserim diyerek çevrenin yeşil dokusunun korunması sağlandı.

3. Bilim ve tekniğin insanlığın gelişiminde ne derece hayati bir rol oynadığı bilinmektedir. Bu yüzden Fatih İstanbul’u bir ilim merkezi haline getirmeye çalıştı. Dünyanın her yerinden yüksek ücretlerle ilim adamları Samaniye medresesine transfer edildi. 

Fatih’in bilime verdiği önemle ilgili sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Bunlardan bir ikisini söyleyip geçelim;
İstanbul’un fethi sırasında asker sayısı yetersiz kalmış, bir defalığına medrese talebelerinin silah altına alınması teklif edilmiş ancak Fatih bunu kesin olarak reddetmiştir. “medrese talebelerinin ilimle iştigal ederek yaptıkları iş, bizim burada savaşarak elde ettiğimizden çok daha önemlidir” demiştir

Semaniye medreseleri her yönüyle mücehhez bir üniversite olarak kurulmuştur. Fen, sosyal ve din bilimleri bir arada verilmiştir. Sekiz medreseden oluşan bu büyük külliyede dersleri takip edebilmek için Fatih de kendisine bir oda tahsis edilmesini istemiştir. Ancak bunun mümkün olmadığı, suhte odalarının sadece talebeler için yapıldığı, padişahın böyle bir sıfatı olmadığı için oda verilemeyeceği söylenmiştir. Fatih talebe olmak için ne yapmak gerektiğini sormuş ve sınava girmesi gerektiğini öğrenmiştir. Bunun üzerine bir komisyon kurulmuş ve Fatih’e birçok soru sorulmuş, hepsine eksiksiz cevap vererek sınavı başarmış böylece odasına kavuşmuştur.
İstanbul alındıktan sonra yapılan ilk iş Ayasofya’nın cami yapılması değildir. Zeyrek’te eski bir manastır medreseye tahvil edilmiş ve burada ertesi gün Alaaddin Ali Tusi ilk dersini vermiştir.

Toplam yedi yabancı dil bilen Fatih, İstanbul’un fethi sırasında yapılan topların balistik hesaplarını bizzat kendisi yapmıştır.

Ortaçağlar boyunca hep cadı avına muhatap olmuş olan aydınlar ilk defa farklı bir muamele görmüştür. Daha 17. asında yaşanan Galile olayı bağnazlığın boyutlarını göstermesi açısından hayli ilginçtir. 
Fatih’in ilim adamına verdiği önemi anlatan çok güzel bir örnek vardır. İstanbul’un fethi ile beraber Topkapı’dan şehre girerken Akşemseddin önde Fatih arkada yürümektedir. Bizans halkı doğal olarak Akşemseddin’i padişah sanıp ona çiçek uzatmışlardır. Akşemseddin padişahı işaret ederek insanları ona yönlendirmiştir. Ancak fatih hocasını işaret ederek İstanbul’un gerçek fatih’i odur demiştir.

Yine ilim ve ilim adamına ne kadar kıymet verildiğini gösteren şu sözü meşhurdur; “Siz benim bu kalanın alınışına sevindiğimi zannedersiniz ama aslında ben buna sevinmem. Akşemseddin gibi bir zatın benim zamanımda olduğuna sevinirim.”

Osmanlı tarihinin sonraki dönemleri için çok eleştirilen bir konu vardır. Dini taassup yüzünden batıdaki bilimsel ve teknik gelişmelere uzak kalınmış, bu yüzden Osmanlı Devleti gerilemiştir. Bunun böyle olmadığı Fatih dönemindeki örnekten bilinmektedir. Zira Fatih denizlere hâkim olmanın dünya hâkimiyeti açısından önemini kavramış, bu yüzden Osmanlı denizciliğini çağın en ileri tekniği ile donatıp geliştirmek istemiştir. O zamanlarda bu konuda en ileri olanlar Venediklilerdir. Venedik’ten çok sayıda usta ve mühendis getirtilerek Gelibolu ve Haliç tersanelerinde modern gemiler inşa edilmiştir. Hatta bu yüzden bizim denizcilik literatürümüz İtalyancadır. ( Güverte, fora, alabora, alabanda, alarga gibi.)

Macar asıllı topçu ustası Urban da İstanbul’un fethi sırasında top imalatında büyük katkıları olan biridir. Tekniğin transferi konusunda asla taassup yoktur. Fatih medeniyetinde bilim de teknik de evrensel değerlerdir. Çin de bile olsa gidilir alınır.

4. Adalet ve hukuk yeni medeniyetin temel taşı olmuştur. Hiç kimse hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın adalet karşısında eşit muamele görmüş ve adalet terazisi gram şaşmamıştır. Bunun bilinen en meşhur örneğini bizzat Fatih yaşamıştır.

Haksız yere elini kestirdiği Ermeni mimar, Fatih’i mahkemeye vermiştir. İstanbul kadısı Hızır Bey tarafları dinlemiş ve Fatih’i haksız bulmuştur. Kısas yapılacak ve padişahın elleri kesilecektir. Sonunda Ermeni mimar günde iki akçe diyete ( tazminat ) razı olur ve iş tatlıya bağlanır.

Bu örnek dünyanın başka bir yerinde ve başka bir zamanda yaşanmamıştır.- Asr-ı saadet hariç- Hukukun üstünlüğüne bundan daha güzel misal olamaz. İnsanlar asırlar boyu hep üstünlerin hukukuna alışmıştır. İlk kez burada farklı bir örnek vardır. Bir padişah ki; kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi görüyor, ağzından çıkan söz ferman sayılıyor ve kanun oluyor, her türlü yetkiyi askerlik, yürütme, yasama, yargı- elinde tutuyor ve tüm bunlara rağmen bir gayrimüslim karşısında mücrim duruma düşebiliyor ve diyet ödüyor. 

Fatih medeniyetinin başka özellikleri bulunmasa bile, sadece bu özelliği insanlık tarihini aydınlatmaya yeter. Hukuk konusunda teorik tartışmalar açıp bireylerin hürriyet alanlarını daraltmaya çalışanların 550 sene evvelki hukuktan alacağı çok dersler olmalı.

Antik Roma hukuku sınıf farklılığı esasına dayanırdı. Her sınıfın ayrı hukuku olurdu. Soylu biri ile bir köylü vatandaş mahkemelik olursa birincisi en baştan haklı çıkardı. Bir köle bir soyluyu öldürse cezası anında idamdı. Bir soylu bir köleyi öldürdüğünde ceza gerekmezdi.

Feodalite döneminde ise hukuk kavramı tamamen kaybedilmişti. Zaten bazı kitaplar bu dönemi adlandırırken keyfi hukuk dönemi ismini kullanmışlardır.

Buralardan gelerek Osmanlının yüksek hukuk uygulamasına şahit olanlar bu yeni medeniyetin birer unsuru olmak için can atmışlardır.

Fatih’in işlerinde ve eylemlerindeki haklılık payı o kadar yüksektir ki Papa’nın haçlı seferi çağrılarına aldırış eden çıkmamıştır.

5. Medeniyetlerin başarısı evrensel nitelik kazanmalarıyla doğru orantılıdır. Fatih bu gerçeği çok iyi bildiği için attığı adımların evrensel boyutlarına çok dikkat etmiştir. Nüfus bakımından neredeyse boşalmış görünen İstanbul’a Anadolu’dan, adalardan, Yunanistan’dan, Sırbistan’dan insanlar getirip yerleştirmiş, devlet merkezini çok uluslu bir yapıya kavuşturmuştur. Yönetilen insanlar yönetim merkezinde de temsil edilmiştir.

Yönetici olmak için Müslüman olma şartı vardır. Bu yüzden Müslüman olmak şartıyla her milletten her türlü insan yönetici olabilmiş ve padişahlık hariç her makama yükselmiştir. 

Ortaçağda sadece soyluların yönetici olabildiğini düşünürsek bunun ne anlama geldiği daha rahat anlaşılabilir. 
Yine Ortaçağda bilhassa Avrupa’da insanlığın diğer unsurlarıyla hiçbir bağlantı kurulamamıştı. Avrupa toplumu tam anlamıyla kendi içine kapanmış ve dışarıda nelerin olup bittiğinden habersiz kalmıştı. Bu insanların ilk kez haçlı seferleri bahanesi ile ülkelerinden çıkması farklı iklim ve kültürle tanışması onlara yeni ufuklar kazandırmıştı. İçe kapanıklık ve yerellik Avrupa kıtası ile sınırlı değildi. Her feodal yapı ayrı bir komün şeklinde yaşıyor ve çevre ili çok sınırlı irtibat kurabiliyordu. Kendilerinden olmayan her kavmi barbar olarak adlandırıyorlar hele değişik dinden olanlara asla hayat hakkı tanımıyorlardı. Ölçüler o kadar daraltılmıştı ki Hıristiyanlık içindeki mezheplerin her biri yekdiğerini dinsizlik ve sapıklıkla itham ederken mezhepler kendi içinde de homojen değildi. Kiliseye yan bakan aforoz edilip ölüme terk edilirken binlerce insan cadı oldukları gerekçesiyle idam edilmişti. Akıl hastaları ruhlarına şeytan girmiştir ve hasta yakılırsa bu şeytandan kurtulur denilerek ateşe verilmiştir.

Topkapı sarayında bulunduğu zamanlar Fatih’in günler süren münazaralar tertiplediğini biliyoruz. Bu tartışmalara her inanç veya fikir akımından temsilciler, âlimler, filozoflar katılmıştır. Bu tartışmalarla farklı medeniyet iklimlerinde yetişen insanların birbirini anlayıp dinlemeleri sağlanmış, yanlış görüşler tesviye edilmiş ve insanların bir birinin görüşlerinden istifade etmesi sağlanmıştır. Bu tartışmalara Fatih bizzat katılmıştır.

6. Medeniyet, toplumun kendisi, sosyal çevresi, fiziki çevresi veya doğal çevresi ile ilişkilerinde temel tercihlerini yansıtır. İnsanın çevresini düzenlerken, imar faaliyetlerinde bulunurken hep bu tercihler doğrultusunda hareket ettiğini görürsünüz. Fatih Sultan Mehmed Topkapı sarayını inşa ederken yeni medeniyetin mimari esaslarını da tespit etmiştir. Topkapı sarayı birbirinden bağımsız müstakil birimlerden oluşmaktadır. Çevre ve tabiatla tam bir uyum halindedir. Gösteriş ve debdebeden uzak, doğal bir yapıdır. Doğa ile bütünleşmiştir. Doğadan kopmamaya ve onunla uyum Halinde olmaya her yönden özen gösterilmiştir. Binaların kubbeli yapısı çevredeki ağaçlarla ve tepelerle bir simetri oluştururken, arada yükselen kuleler yüksek ağaçlarla bütünlük sağlamış doğa ile uyumlu bir kompozisyon yaratmıştır. Doğallık ve doğa ile barışık olmak temel düşüncedir. 

Camiler bile yapılırken dış cephelerine kuşların konacağı ve yemleneceği küçük odacıklar düşünülmüştü. Hâkim tepelere yerleşen camiler tepelerle anlamlı bir bütünlük ve güzellik sergilerdi. Yeni bir cami veya külliye inşa edilirken bir diğeri ili tüm bir kompozisyon teşkil etmesine özen gösterilirdi. İstanbul boğazının bu tarafından bakıldığında Sultan Ahmet Camii ile Ayasofya, Topkapı sarayı ve Süleymaniye bir bütünün parçaları gibi görünür.

Fatih Ayasofya’nın camiye çevrilmesini emretmişti. Ustalar işe başlamışlar ve mühim bir sorunla karşılaşmışlardı. Kilisenin iç duvarlarında boydan boya mozaik resimler vardı. Bunlara kıyamıyorlardı. Fatih emretti; öyle bir teknikle sıvayın ki alttaki resimler zayi olmasın. Gerektiğinde ortaya çıkabilsin. Bunlar insanlığın ürettiği ortak değerler ve ortak eserlerdir. Nitekim öyle yapıldı.1937 yılında Ayasofya’nın müze yapılması için çalışıldığı sıralarda

Amerika’dan gelen uzmanlar, mozaikleri kapatan sıvaların rahatlıkla ayrıldığını gördüler. Sıvaların altındaki resimler olduğu gibi duruyordu.

Ortaçağ boyunca batıda hâkim olan mimari tarzı gotik veya roman tarzıdır. Tek bloktan oluşan kasvetli ve karanlık yapılar insanların ruhuna sinmiş olan karanlığın taşlara yansımış şeklini göstermektedir.

Topkapı sarayında harem dairesini gezerken Alman turistlerin hayretler içinde birbirlerine bir şeyler gösterdiğini gördüm. Merak ettim, gittim baktım. Sarayın içine tuvalet yapılmış ve üzerine 1461 tarihi atılmış. Daha o zamandan Türklerde tuvalet kültürünün var olması onları çok şaşırtmış. Çünkü onlar bu kültürle 20. yüzyılda tanışmışlar.

7. Sosyal dengenin korunması da medeniyetin öncelikli esaslarından biridir. Buna özen gösterildiği her yerde her zaman görülebilir.
Mesele mahalle sosyal yaşamın en önemli merkezidir. Mahalleler zengin veya fakir muhitleri olarak ayrılmazlar. Her mahallenin zengini de vardır fakiri de. Birbirlerini kollarlar ve gözetirler. Mahalleli dayanışması had safhadadır. Mahallede işler imece usulü ile görülür ve sorunlar elbirliği ile çözülürdü.

Her mahalle bir külliyenin etrafında şekillenirdi. Külliyede sosyal tesisler bulunur ve bunlar halka açık olurdu. Hamam kütüphane, cami, aşevi bu külliyenin birimlerinden idi. Aşevine her türlü insan gidip karnını doyururdu. Zengin fakir ayırımı yoktu. Tek fark şuydu; zengin olan yediği yemeğe karşılık para verip çıkar, fakir olan vermeden çıkardı. Sisten kendi kendini finanse ederdi. Fakirler de rencide edilmemiş olurdu. Buralar sadece fakirlere hizmet verseydi kırıcı olabilirdi.

Mahallede sadaka taşları olurdu. Sokakların köşe başında bulunan ve insan boyu yüksekliğinde olan bu taşlara isteyen birkaç kuruş bırakır, ihtiyacı olan da oradan gidip alırdı. Alan vereni bilmezdi. Daha önemlisi bilinmeyen muhtaçlara ulaşılırdı.

Vakıflar kurulmuştu. İki yüzden fazla farklı amaca hizmet eden vakıflar sosyal hayatın her yanını kuşatmıştı. Göçmen kuşların, dul kalmışların bekâr erkeklerin veya kızların kaygısı yoktu. Çünkü onlarla ilgilenecek vakıflar vardı. Bir mal bir hizmete vakfedilirse kıyamete kadar bu vasfı değişmezdi.

Ortaçağda Avrupa’da sınıf çatışmaları soyluluk, köylülük veya kölelik toplumsal dokunun en bariz unsurları idi. İnsanlar birbirini eziyordu. İnsanlar üzerinde yaşadığı toprakla beraber alınıp satılıyordu. 
İşte bu yüzdendir ki Osmanlılar eliyle İslam önce Batılı insanı sonra da tüm insanlığı kuşatmaya muvaffak oldu. Çünkü İslamlık insanlık demekti.

8. Fatih medeniyetinde insanlığa adanmış insanlar vardır. İnsanların rahat ve mutluluğu için kendi rahat ve huzurundan vazgeçmiş diğergam insanlar. 1460 lı yıllarda gerek Anadolu’da gerekse Balkanlarda paramparça bölünmüş istikrar ve huzur kalmamış feodal yönetimler masum insanlara kan kusturmakta her türlü keyfiliği meşru hale getirmektedirler. Bu insanlar bir kurtarıcı beklemektedir. Fatih ve ordusu nereye giderse oraya huzur, güven ve istikrar gelmektedir. Bu yüzden onların yolunu bekleyen çoktur. Kurtarıcısını bekleyen insanlara ulaşmak bazen çok zahmetli ve meşakkatli yolculuklar gerektirmektir. Fatih kendisi için hep zor olanı tercih etmiştir. 

Mesela Trabzon seferi gibi. Bu sefere Mahmut Paşa denizden, Fatih ise karadan katılmıştır. Kara yolculuğu çok zahmetli geçmektedir. Fatih’in yanında Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun da vardır. O da perişan olmuştur. Bir fırsatını bulup padişaha şöyle demiştir; “Hünkârım sana mülkün yetmez miydi? Bunca toprak hırsı nedir? Bu çektiğin zahmete değer mi? Sen de perişan oldun, asker de?” Bu söz üzerine Fatih şu cevabı vermiştir;
“Bre hatun. Sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde mi sanırsın. Vallahi ben Allah’ın adını ve adaletini yeryüzünün her noktasına ulaştırıncaya kadar bir lahza bile durmayacağım.”

Ülkesini ve milletini zenginleştirmek, refah, huzur ve mutluluğu arttırmak için çabalayan Fatih kendi rahatını hiç düşünmemiştir. Kendi yaptırdığı Topkapı sarayında çok az oturabilmiştir. Her sefere bizzat ordunun başında gittiği gibi, bazen olmuştur ki, askere cesaret vermek için en önde yalın kılıç savaşmıştır. Belgrat savaşlarında görüldüğü gibi. 

Osmanlı tarihini fantastik fantezi hikâyelerine bulayanlar, hayal gücüyle harem hayatı tahayyül edenler o aynada ancak kendilerini görebilirler. Ne Fatih, ne dedeleri ne de çocukları insanlık idealine hizmet etmekten geri durmamıştır. Dinlenmeye fırsatları olmamıştır. Devletin her bakımdan doygunluğa ulaştığı zirve dönemlerinde Kanuni bile toplam 33 sefere çıkmış 72 yaşında bile seferden geri kalmamıştır. Aradığı şahadeti Zigetvar’da bulmuştur.

Bir şiir Fatih’ten;

İmtisal-i cahidu fillah oluptur niyyetim, 
Din-i İslam’ın mücerret gayretidür gayretim.
Fazl-ı hakk-ı himmet-i cündi Ricalullah ile,
Ehli küfrü serteser kahr eylemektir niyetim

Enbiya u evliyaya istinadım var benim
Lütf-i haktandır heman, ümmid-i fethi nusretim
Nefsi-i mal ile nola kılsam cihanda içtihad
Hamdülillah var gazaya sad hazaren rağbetüm

Ey Muhammed Mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile 
Umarım galib ola, adayı dine devletüm.

Gençler için kısaca tercüme edelim:
Sadece Allah yolunda cihad etmektir niyetim. İslam dininin gayretidir sadece gayretim. Allah’ın yardımı ve Allah dostlarının desteği ile, Küfr ehlini tamamen yok etmektir niyetim. Peygambere ( İstanbul’un fethi ile ilgili hadis-i şerife gönderme var) ve evliyalara (özellikle Akşemseddin’e bağlılık ifade ediliyor) dayanmışım. Zafer konusunda Allah’ın lutfuna güveniyorum. Dünyalık şeylere sahip olarak cihanda ebedi kalacak olsam bile benim tercihim Allah yolunda gaza yapmaktır. Bunu yüz bin defa tercih ederim. Hz. Peygamber’in mucizelerinden biri olarak din düşmanlarına galip gelecektir devletim. (başarıyı Hz. Peygamber’e mal ediyor)

Bir şiir de Arif Nihat Asya’dan:

Sen de geçebilirsin anadan yardan serden
Senin de destanını okuyalım ezberden 
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın

Sonsöz
Medeniyetler çatışmasından bahsedenlere kendi medeniyetimizden bir sayfa sunalım istedik. Önyargısız, peşin hükümsüz sadece gerçeklere ve sadece belgelere bakarak ürettiğimiz uygarlığın temel esaslarını, insanların hayatına kattığı zenginliği ve güzelliği görmeye çalışalım. 21. yüzyılın yeni uygarlıklara gebe olduğunu söyleyenlere bir alternatif de biz sunalım istedik.
Arşivlerimizde araştırma yapan yüzlerce Amerikalı, İsrailli veya Japon uzmanlarının Osmanlı tarihindeki hazineleri bulup çıkarıp ülkelerine taşıdıklarından hiç şüphe etmiyoruz. O hazineyi keşfetme sırasının bize de geleceğini umuyoruz. 

Buradan bir mesajda dostlara göndermek istedik. Hali hazırda İslam dünyasının içinde bulunduğu gerilik ve fakirliği bu dine bağlı kalmakta görenler var. Hâlbuki Fatih örneği çok net bir şekilde ortaya koyuyor ki Müslüman kalınarak ileri, zengin, müreffeh, ilim ve teknik yönünden zirvede kalmak mümkün. Beşeri başarıların zirvede olduğu bu dönemlerde dini hassasiyetin de zirvede olduğu herhalde gözden kaçmamıştır.

 

Yazarın www.maraspusula.com daki diğer yazıları.