Dünyanın en zengin mutfaklarından birine sahip olan Anadolu, sadece yemek ve tatlı ile değil çorba ile de bu konuda dikkat çeker.

20 bin yıllık geçmişi olduğu savunulan çorbanın özel bir günü de var aslında.

Her yıl 4 Şubat, Dünya Çorba Günü olarak kutlanır. Çorba denilince akla gelen iki ülke var aslında: Fransa ve Türkiye. Fransızlar tarihsel olarak, Türkler ise çeşitlilik olarak bu tarihi yazar. Güne çorba ile başlayan, sabahın ilk ışıklarını çorba ile karşılayan bir kültür bu. Gelin size biraz çorba sevgimizden bahsedeyim öncelikle.

Yemeksepeti’nin yaptığı araştırmaya göre 2018 yılında 5 milyon adet çorba siparişi veriliyordu. Bu rakam diğer firmaları da katarsak onlarca milyon adede ulaşmış durumda. Her ne kadar çeşitlilik, resmi kayıt altında olmasa da Yemeksepeti’ne göre üye olan firmaların her yöreden menüsünde 2 bin 500 çeşit çorba var. Düşünün, bir şehrin ortalama 30 farklı çorbası bulunuyor. Ancak benzer lezzetleri daraltırsak, çeşit sayısı 300 olarak ifade ediliyor. Bu çorbaların en özeli ise “tarhana” aslında. Anne çorbası olarak da anacağımız bu çorba, romanlarda, şiirlerde hatta şarkılarda kendine yer bulmuş. Bir aşkı sembolize ederken karşımıza çıkar Tarhana. Tıpkı, Can Yücel’in; “Biz senle Bir çorba tabağı yarım kalmış Kızılcık tarhana tabağı içinde iki kaşık gibiyiz. Sevgilim, ekmeğim benim Öpüp öpüp de başıma koyduğum…” şiirindeki gibi.

Yavuz Sultan Selim ile anılıyor

Tarhana Çorbası’nın kendine has lezzeti kadar, öyküsü da ilginç aslında. Orta Asya’da Türklerin sofrasında kendine yer bulan Tarhana, hem bölgenin tabiatı hem de iklim şartları sebebiyle vazgeçilmez oluyor. Tarım ve hayvancılığa çok fazla elverişli olmayan o topraklarda, saklanabilir gıda arayışı Tarhana’nın başlangıcıydı aslında. Orta Asya’da özellikle kış ayları ve kıtlık zamanlarında et ürünleri kurutularak saklanır, ardından tüketilirdi. Et ürünleri kurutulurdu fakat onca büyük ve küçükbaş hayvanlardan gelen süt nasıl saklanacaktı? Süt de yoğurt yapılarak kurutulur ve biber, domates, sopan, nane ise birlikte karıştırılarak çorba haline getirirlerdi.

Çorbanın ismine gelince iki farklı rivayet söz konusu. Bunlardan ilki Farsça’daki Terhane sözcüğü. İkinci rivayetin öyküsü ise oldukça uzun ve masalımsı. Bir Osmanlı padişahı, kimilerine göre Yavuz Sultan Selim, veziri ile birlikte tebdil-i kıyafet yani kılık değiştirip soğuk bir Ramazan ayında halkın arasına karışıp halkın sorunlarını, sıkıntılarını gözüyle görmek istemiş. İftar vaktine saatler kala halkın durumunun iyi olmadığı bir sokaktan geçmek isterler. Ezan ilk kimin evinin önünden geçerken okunursa o evde iftar açmak niyetindedirler, nitekim iftar saati mahallede duran neredeyse tüm halk misafir için kapıda beklemektedir.

Yavuz Sultan Selim, ezan okununca bir evin önünden geçer ve o esnada evde yaşlı bir kadın, Yavuz Sultan Selim’e seslenir ve iftara davet eder. Yavuz Sultan Selim içeri girer ve hemen sofraya davet edilir. Sofrada da yalnızca tarhana çorbası ve ekmek vardır. Yavuz Sultan Selim, tarhana çorbasını çok beğenmiş ve yaşlı teyzeye sormuş, “Nedir bu?” diye. Yaşlı kadın ise “Dar hane çorbası sultanım” yanıtını vermiş. İşte o “Darhane”, dilden dile yayılarak değişmiş ve Anadolu’da tarhana adını almıştır.

Tarhana denilince de akla ilk Kahramanmaraş gelir. Yine bir başka rivayete göre Sultan Selim, Mısıreferi öncesinde, yükte hafif, beslenmede güçlü bir gıdanın ordu için şart olduğuna kanaat getirmiş. Bu ihtiyaç üzerine, Yavuz Sultan Selim’in annesi olan Kahramanmaraşlı Gülbahar Hatun bu niteliklerin hepsine sahip bir gıda üretmek için uzun araştırmalar yapmış. “Dövmelik buğday, bol yoğurtla birlikte pişirilir. Kekik ve tuz ile tatlandırılır. El edilen aş soğuduktan sonra, güneşte kurutulur.” Maraş Tarhanası’nın formülü böylece nesilden nesile geçer hale gelir.