Fransa ihtilalinden sonra başlayan milliyetçilik hareketleri ile beraber ulusal devletler sürecine doğru sürüklendik. Bu durumdan en büyük zararı Müslümanlar gördü. Çünkü Müslümanlık din kardeşliğini esas alan bir inanış sistemidir ve insanlar arasında ayrılık gayrılık konusu olan her şeyi arka planda ele alır.

Bunun içindir ki Osmanlı devleti döneminde iki çeşit millet vardı. Ehli Müslim Gayri Müslim. Müslümanlar bir milletti diğerleri ayrı millet. Böyle olmasına rağmen gayri Müslimlere de zımmi denmiş onlar bize bir emanet gibi görülmüş haklarına hukuklarına azami riayet edilmişti.

Milliyetçilik akımları baş gösterdikten sonra her millet bundan doğal olarak etkilenmişti. Müslüman olmayan unsurlar bağımsızlık saiki ile ayaklandığı gbi Müslüman olan Arnavutlar, Araplar ve Boşnaklar da ayaklanmıştı.
Bu ayaklanmaların hepsi de sınırlı alanda kalmış bahsini ettiğim milletlerin kahir ekseriyeti İslam bağı ile halifeye ve haliyle Osmanlı devletine sadık kalmayı tercih etmişti. 

Bu sebepledir ki Arap ihanetine en büyük örnek olarak gösterilen Şerif Hüseyin ayaklanması sırasında biz Irak’ta Kutu’l Amara savaşını yapıyorduk ve bu savaşta bizim safımızda savaşan unsurların büyük çoğunluğu yerli Araplardı. İngilizler bölgedeki Arapların engelleri yüzünden Basra’dan Kut bölgesine yeterli takviye yapamadıkları için yenilmişti. 

Çanakkele savaşında veya diğer cephelerde omuz omuza savaşan Türklerin veya Arapların aklına kardeşlikten başka hiçbir duygu gelmemişti.

Maraş harbine zorla getirilen Fransız ordusundaki Arap Müslüman askerleri ya el altından bize yardım etmiş yada bize ateş ederken karavana sıkmıştır. Şubat 1920 kitabımda bu konuda Hatay Bağımsız devletinin ilk cumhurbaşkanı olan Tayfur Sömen’in ilginç hatıralarını naklettim.

Bu konuda araştırma yapan yazarları ilginç tespitleri var. Onlara bir göz atalım. Mustafa Akyol bu konuya epeyce kafa yormuş bir araştırmacı ve şu tespitleri yapıyor.

Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916′da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.

‘Asıl cephe’, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır. Cephedeki komutan, Şam Valisi Cemal Paşa, çok sayıda Arap milliyetçisini idam ettirmiştir. Cemal Paşa’nın ve İttihatçıların, kaba baskı politikalarının Araplarda büyük tepki yaratmasına karşılık, Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.

Peki, daha sonra İsrail’in kurucu kadroları olacak Yahudi unsurların, Filistin’de İngiliz ordularının ‘içinde’ Türklere karşı savaştığını biliyor musunuz?

[….] Bir başka ilginç ‘tarihi bilgi’, İsrail’in kurucusu David Ben Gurion’un anılarında mevcut. Ben Gurion, Birinci Dünya Savaşı patladığı sırada, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde. Amacını şöyle anlatıyor:

“… İktidar merkezine bu kadar yakın olarak, Filistin’deki Yahudilerin durumunu geliştirebilmeyi düşünüyordum. Çeşitli yollarla Yahudi özgürlük hareketini ilerletebilirdim; önce özerklik, nihai olarak tam bağımsızlık elde ederek. Akıl yürütmem böyleydi. İstanbul’da rasladığım Arap öğrencilerle bu konuda düşüncelerimin çok farklı olduğunu görmekten şaşırdım… Bu genç entellektüel Araplar, mücadelelerinin geleceğini Türk idaresinden bağımsızlık olarak görmüyorlardı. Hiçbiri Arap topraklarının bağımsızlığından söz etmedikleri gibi böyle bir amaç için çalışmıyorlardı. Tam tersine, birçoğu, daha geniş ve daha büyük bir Türk imparatorluğu görmek istiyorlardı…” (Ben Gurion Looks Back-Talks with Moshe Pearlman, s.46)”

Peki, 1922 sonlarında Türk Milli Mücadelesi zafere doğru yürürken, ‘bazı Filistinli Arap liderlerin Kemalistlere başvurarak, kendi kaderlerini tayin hakkı elde edebilecekleri Türk mandası istediklerini’ biliyor muydunuz? Filistin, İngiliz mandası altına konulmuşken, Filistinli Araplar, ‘Türk mandası’ istiyorlar. Kaynak, yine bir Yahudi-İsrailli tarihçi; Y.Porath’ın ‘The Emergence of Palestinian-Arab National Movement 1918-1929′ (Filistin Arap Ulusal Hareketinin Doğuşu 1918-1929) adlı kitabının 160-165. sayfaları… “

Birçok akl-ı selim tarihçi aynı şeyleri söylüyor. Topyekün bir ihanetten yada Filistinliler’in lokal bir ihanetinden bile söz edemiyoruz ki Filistinliler’in çektiği zulmün, bu ihanetin bedeli olduğunu iddia edebilelim. Böyle bir iddia tutarsızdır ve herhangi bir temele dayanmamaktadır.

Bu meselenin tabii bir de başka yönü var. O da Arapların bize olan bakışı. Ulus devletlerimizi kurma sürecinde Araplar bizi “Sömürgeci ve talancı” biz de onları “İşbirlikçi, hain” olarak tanıdık. Bu konu da maalesef iç açıcı değil(di.) “Değildi” diyorum çünkü artık bu ezberin son yirmi yılda yavaş yavaş bozulduğu da ortada. Zaten gerçekte de ne Osmanlı “sömürgeci ve talancıydı, ne de Araplar topyekün haindi.

Araplar ve Osmanlı arasındaki o dönemdeki karşılıklı bakışı iyi anlamak gerek. Bu konuda Klasik yayınlarından yayınlanan “Arap gözü ile Osmanlı” adlı 4 kitaptan oluşan seri iyi bir kaynak olabilir. İlki “Beyrut Şehreminin Anıları (1908-1918)” İkinci kitap “İttihatçı bir Arap Aydınının Anıları” Üçüncüsü “Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları” Dördüncü ve son kitapta “Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik/Arap Gözü İle Osmanlı”

Hatıratlar bir devri anlamada fevkalade öneme sahiptir. Resmi tarihin gözlerden kaçırdığı hususlar, hatıratların ayrıntılarında belirginleşir. Ve bir itiraf; ben bu kitapları aldım ama hala okumadım fakat en kısa zamanda okuyacağım. Mutlaka yararlanacağıma da inanıyorum.

Uzun lafın kısası artık şu dilimize pelesenk olmuş; “Araplar Osmanlı’ya ihanet etti” söylemini bir kenera bırakmalıyız.

Bu meselenin bir yönü.

Diğer bir yönü şayet böyle bir şey (topyekun ihanet) gerçekten vuku bulmuş olsaydı bile İslamî bilincin ve bununla yoğrulan Osmanlılığın gereği, bizim bu meseleye “oh olsun” şeklinde yaklaşamayacağımızdır. Biz her zaman zulmün karşısında ve mazlumun yanında olmalıyız. Bize yakışan budur, İslam bunu emreder ve bugün Osmanlı olsaydı geçmişte ne olmuş olursa olsun, mazlumun yanında olurdu.

İsrail Filistinde insanlık dışı uygulamalar yapıyor. İşgal ediyor, yakıyor, eziyor, aç ve susuz bırakıyor, çoluk - çocuk, genç - yaşlı, erkek - kadın, asker- sivil demeden katlediyor, kartondan lütfen verdiği evleri bile çaresiz insanların başlarına yıkıyor. Bizim buna bütün benliğimizle karşı çıkmamız ve mazlumun yanında olmamız gerekir.

Hele hele, münferit hadiseleri genelleştirip “Araplar Osmanlı’ya topyekun ihanet etti” şeklinde algılayarak, masum ve mazlum insanlara, “gördüğünüz zulümle diyet ödüyorsunuz” demek fevkalade yanlış ve haksız bir söylemdir.
Aslında Müslüman milletler arasına husumet serpilerek elde edilecek faidelerin en başında şu geliyordu. Sömürgeciler herhangi bir Müslüman ülkenin gırtlağına çöktüğünde diğerinin buna aldırış etmemesini istiyordu. Bunu da başardılar. Nitekim Suriye’de Filistin’de, Mısır’da Müslüman kanı döküldüğünde Türkiye’de pek çok insan “bize ne Araplardan “ diyebildi. 
Müslümanların kendi aralarında birleşerek oluşturacağı gücün ve sinerjinin emperyalistlerin tekerine çomak sokacağı tahmin edildi.
Ne yazık ki milliyetçilik gibi albenisi yüksek bir kavram üzerinden din kardeşliği kavramı tahrip edildi.
Mesela Milli Mücadele yıllarında Suriye’de toplanan Arap Milli Komitelerinin Türkiye’ye yardıma gelmek istedikleri ama bunun Türkiye tarafından ihtiyaç yok diyerek kabul edilmediği pek az kişi tarafından bilinir.
Müslüman’ın kurtuluşu ümmet birliğindedir. Mümin Müminin kardeşidir. Mümine kardeşinin canı malı ve ırzı haramdır. Mağripteki bir Müslüman’ın ayağına taş batsa maşrıktakinin canı yanmalıdır mealindeki hadisi şerifler din kardeşliğinin önemini bize anlatmaktadır.

Kurtuluş savaşı yıllarında Hint Müslümanlarının bize yardım göndermek için ne kadar çaba harcadığını, bu yardımların bize ulaştığını ve hatta şimdiki İş Bankasının ana sermayesini oluşturduğunu herkes bilir.
Bir hilafet merkezinden veya merkezi bir karargahtan mahrum olan Müslümanları düşmanların kirli tezgahları yüzünden ne büyük acılara duçar oldukları bilinmektedir. Aklın yolu birdir ve o da birlikten geçer vesselam.