Millet olarak bin yıldır yaşadığımız bu topraklarda hayatımızı kolaylaştıran, acıları çekilir ve katlanılır, sevinçleri paylaşılır kılan bizi birbirimize kenetleyen, bir diğerimizin varlığına gereksinim duyuran “ortak bağlar” olmalı. Olmalı ki; bir arada nefes alabilelim. Gerektiğinde de “tunç bilek”, “hilal yürek” olabilelim.

Kemal Karpat bu bağların önemini “Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji” isimli eserinde: “Modern manada bir milletin ortaya çıkabilmesi için tüm fertlerin kendi aralarında ortak bağları paylaştıklarını bilmeleri ve bu bağların üstün değer taşıdıklarına inanmaları gerekir...” şeklinde dile getirir.

Biz bunu inkâr etmiyoruz!” diyebilirsiniz. Zaten bunu inkâr edene de rastlamadık.

İnkâr yok, ret yok madem, o halde sorun ne ola ki!

İlk akla gelen sorun ne bilincimizde üstün değer taşıması gereken bağların eski-yeni çatışma hali, ne de bunları derinliğine anlama fırsatı yakalayamamış “sokaktaki adam” değil.

Sorun bu üstünlüğüne inanmamız gereken bağların beslendiği tarihten kopuk, milletinden uzak, öz kimliğine yabancı çeyrek aydınlarla, kendisini halkın tarihine bağlı, millete yakın, halkın değerlerini özümsemiş gibi gösteren “yarım aydınların” çatışmalarından çıkan “profesyonel” toz duman.

Sorun din ve diyanet adına iki ayet, bir hadis, üç beş kelam-ı kibarın hafızı, tanrıdan rol çalan efendiler. Her çıkarın taliplisi, yağmurun yağdığı yere tarlasını çeken rantiyeci. Toplumsal problemlere çözüm adına hiçbir teori üretemeyen, başka kültür ve toplumlar için biçilmiş kumaştan kendi milletine kostüm giydirmeye çalışan çok bilen adam. İlk gördüğü fikrin ardından koşan gamsız kalabalık. İnsanı insan, milleti millet yapan bağları kısırlaştıran, zehirli sarmaşıklarla kucak kucağa cinnet hali.

Allah’a binlerce kez hamd ediyoruz ki; bugün dünyanın her yerinde, bütün toplumların harıl harıl arayıp bulmaya çalıştığı, modern/çağdaş değerler olarak sürekli farklı eylem ve söylemlerle farklı medeniyetlerin değerleri olarak sunulan üstün bağların tamamı, yeni söylemlerle ifade edilerek anlatılmayı ve anlaşılmayı bekleyen bir mirasa sahibiz.

Tarihin hiçbir sayfasında insanlık ve insan adına tek bir leke, tek bir utanç, tek bir onursuzluk görülmediğinin şahididir; insanlık.

Bugün gittiği her yere kan ve gözyaşı götüren, insanlık tarihine her gün kara bir leke bulaştıran, kendi çıkarlarına hizmet etmeyen hiçbir insana, devlete, millete yaşama hakkı tanımayan, açlığın, susuzluğun, fakirliğin mimarı, küresel sermayenin kölesi haline gelmiş, çakma medeniyetten şikâyet eden bizlerin; dünyaya yön ve şekil veren bir iddiamız olmalı.

Bir medeniyeti yeniden oluşturma sevdası ve iddiası olanların; daha çok güven, daha çok adalet, daha çok vefa, daha çok adanmış daha çok çalışan daha çok üreten, daha çok bilimsel çalışmalara imza atan, daha çok sanatçı ve fikir adamı yetiştirme gibi zorunlu bağlarla bağlanmaları ibadet gibi “farz”.

Medeniyet denince aklıma dün ve bugün üstün medeniyet iddiasında bulunan bütün milletlerin, devletlerin iddia ettiği tüm değerleri içinde barındıran “Fatiha Suresi” gelir.

Hem diriye hem de ölüye okuduğumuz, her kelimesi, her cümlesi, bir bütün halinde tek başına çok şey anlatan duruşuyla, Fatiha.

Her gün kırk kez elimize, gönlümüze tutuşturulan ancak her seferinde seccade başında bıraktığımız medeniyetin kayıp anahtarı; FATİHA.