Türk İslam Medeniyetinin Muhafızları: Heyet& Teşkilat Efsane mi Gerçek mi?

Abone Ol

(Türk Aklı -Teşkilat & Kurgu Tarihe İsyan Edin Okumayan Çok Şey Kaybeder)

Kıymetli dostlar, Türk İslam medeniyetini zirveye taşıyan hususlar var ve bunların mutlaka bilinmesi gerekmektedir, eğer bilinmezse ve susulursa "batılı tarih tezini" kabul etmiş oluruz ve şayet "Batı Tarih Tezi" kabul edilmiş olursa Türklerin medeniyet kuramayacağı ve göçebe olduğu fikrinin altında eziliriz. Medeniyeti, adaleti, merhameti, sanatkârlığı, ilmi, metafizik fikir sahibi olmayı insanlığa öğreten nakış nakış işleyenlerin, tasarım sahiplerinin Hunların, Göktürklerin evlatları yani Müslüman Türkler, İslam olmadan önce olduğu gibi olduktan sonra da cihana yön vermeye devam etmişler. Kurdukları devletler insanlığa hem hizmet etmiş hem de örnek olmuştur. Müslüman Türkler derin akıl, tasarım yapabilme kabiliyeti, cihangirlik ve sanatkârlıklarıyla yeryüzünün hükümdarı olmaya hakkıyla layık olmuşlardır. Bu manada Prof. Dr. Osman Turan Beyefendi'nin kitabı "Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi" de okuyanların bendenizi tasdik edeceği üzere tüm bu dediklerimi doğrulamaktadır. Türkler "sırrın" sahibiydiler, deyim yerindeyse "Türk İslam Medeniyetinin" kimselerin pek bilmediği duymadığı "kara kutusu" vardı. Kıymetli dostlar, sır ve kara kutu tabirleriyle söylemek istediğim şudur ki Türk ve İslam düşmanları her ne kadar bazı tenkitler yönelterek kabul etmeye yanaşmasalar da Hz. Peygamber Efendimiz (A.S) hadis-i şeriflerinde "yüce Türklerden" övgüyle bahsetmişlerdir. Hatta Hz. Peygamber (A.S), Türkler hakkında son derece iyi şeyler söylemenin yanında Arapları Türkler konusunda bilhassa uyarma gereği duymuşlardır. Muhtelif kaynak kitaplarda Hz. Peygamber Efendimizin (S.A) seferleri sırasında Türk yapımı bir zırh giydiğinden ve “Kubbet’it Türk” ismi verilen bir Türk çadırı otağ kullandığından bahsedilmektedir. Hatta meşhur Hendek Savaşı sırasında Hz. Nebî Efendimiz (S.A.V), ordusunu bu çadırdan sevk ve idare etmişlerdir. Yine bizlere kaynakların söylediğine göre Nebî Hazretlerinin yakın çevresinde az sayıda da olsa Türkler bulunuyordu ve bu Türklerin içerisinde de sır kâtipleri, cengâver savaşçılar, okçular, ilim ehli bulunmaktaydı. Öyle ki İslam’ın ilk kadın şehidi Hazret-i Sümeyye annemizin de asil bir Türk kızı olduğu ve asıl adının da “Pamuk” olduğu söylenmektedir. İşte bütün bunlar, bizlere, Hz. Peygamber (A.S) Efendimizin Türklerle lütfedip sohbet ettiğini, onları da terbiye ettiğini, sırları onlara anlattığını ortaya koymaktadır. Dostlar, her ne kadar Türk İslam düşmanları inkâr etseler de Türkler hakkındaki hadisler sahihtir. Hatta sizlere arz etmek isterim ki bu hadis-i şeriflerin pek çoğu hadis bilginleri, muhaddisler tarafından “güvenilir kaynak” kabul edilen “Buhari”, “Tirmizi” ve “Ebu Davud” gibi  hadis kitaplarında geçmektedir. Hz. Nebî (AS) Efendimizin Türkler hakkındaki hadislerinden en ünlüsü ve bilineni şudur: “İstanbul elbette fetih olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur”. Şimdi bir taraftan, Hz. Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olmak için Arapların ilk devirlerden beri muhtelif kereler İstanbul’u fethetmek için çeşitli seferler düzenlediklerini ve ashaptan Ebu Eyyup El-Ensari (Eyüp Sultan) hazretlerinin bu seferlerden birisine katılarak İstanbul’a geldiğini ve orada vefat ettiğini söyleyeceksiniz, bir taraftan da Türkleri işaret ettiği gerekçesiyle yukarıdaki Hadis-i Şerife “uydurmadır” diyeceksiniz. Doğrusu bu durum, tam bir ikiyüzlülüktür. Hz. Peygamber (AS) Efendimizin Türklerle ilgili hadislerinden bazıları ise şöyledir: “Türkler size ilişmedikçe sizler de Türklere ilişmeyin”, “Türk dilini öğreniniz, çünkü Türklerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri vardır”, “Ulu ve aziz Allah diyor ki; Benim Türk ismini verdiğim ve maşrıkta iskân ettiğim bir takım askerlerim vardır ki herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam o Türk askerlerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım”. Kıymetli dostlar, yazımda sizlere arz ettiğim hadisi şerifler ve özellikle de "Benim Türk ismini verdiğim" cümlesi ile başlayan Hazret-i Nebî buyruğu bizlere "Türklerin özel kavim, medeniyet kurucusu, savaşçı, seçilmiş ve sır sahibi bir kavim olduğunu anlatmaktadır. Sizlere şimdi çok daha özel ve derin bir mevzuyu arz edeceğim ki buraya kadar anlattıklarımın doğruluğu iyice ortaya çıksın. Hz. Peygamber Efendimizin Türklerle ilgili hadis-i şerifleri Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla “Divan-ı Lügat-it-Türk” ismiyle sözlük hazırlayan teşkilat mensubu Kaşgarlı Mahmud Hazretlerinin eserlerinde bulunmaktadır. Ayrıca Türklerin faziletleri üzerine eser kaleme alan ve yine teşkilat mensubu olan Arap milleti sorumlusu İbn-i Cahz gibi Arap kaynaklarında da bulunmaktadır. Dostlar, şimdi sıkı durun, Türkler ile ilgili methiyeler sadece Hazret-i Nebî Efendimizin ya da Türk İslam büyüklerinin eserlerinde geçmemektedir. İslam ulemasının kaleme aldıkları eserlere göre Kur'an'ı Kerim'de de "yüce Türklere" dair işaret bulunmaktadır, hatta bazı âlimlere göre de “işaretler” bulunmaktadır. Bu işaretlerin en meşhuru Mâide Suresi’nin 54. ayetidir.  Söz konusu ayetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” İlk başta ifade edelim ki Türklerin uzun asırlar boyunca İslam’a yapmış oldukları hizmetlere, özellikle de Haçlı Seferlerine karşı duruşlarına, mukaddes İslam beldelerine yapmış oldukları hizmetlere ve bilhassa uzun asırlar boyunca bu beldeleri korumalarına, İslam sancağını uzak diyarlara kadar taşımalarına bakarak, birçok İslam bilgini ayette geçen kavmin ancak Türkler olabileceğini kabul ve ikrar etmişlerdir. Bunlara göre; Araplardan sonra İslam’ın temsilciliği Türklere geçmiş ve Türkler bu görevi uzun yıllar hakkıyla yerine getirmişlerdir. Dolayısıyla Mâide Suresi’nin 54. ayeti, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde "yüce Türkleri" işaret etmektedir. Şimdi de sizlere Hazret-i Nebî Efendimizden (A.S) ilim ve el alan koca koca imparatorlukları, medeniyetleri kuran Türklerin akıl hocası Türk sahabelerden kısaca bahsetmek istiyorum.

Hazret-i Ebu Berke: İran’dan Arabistan’a gelen bir kölenin oğludur. Annesinin Arap adı Sümeyye olup asıl adı “Bamıh (pamuk)tur”. Taif kuşatmasında kaleden “Berke” adı verilen kuyu çıkrığı ile indiği için kendisine Hz. Muhammed AS Efendimiz tarafından Ebu Berke diye hitap buyurulmuştur. Hz. Nebî Efendimizden (AS) 132 hadis-i şerif nakletmiştir. Kendisi Hanedan-ı Ehlibeyt-i Mustafa’nın hizmetlilerindendir. Tüm Arap yarımadasını gezmiş, Bahreyn’e yerleşmiş, Basra’da vefat etmiştir.

Hazret-i Salim: Aslen Horasanlı olup “Huzeyfe’nin azatlısı salim” olarak da bilinir. Hadislerde adı geçen çok mühim bir Türk sahabedir. Hatta Hazret-i Nebî Kuran’ı Kerim’i öğrenin diye ismini verdiği 4 kişiden biridir. Hazret-i Ebubekir Efendimizin devlet başkanlığı döneminde ise İslam bayrağını taşıyarak “bayraktarlık” mertebesine erişmiş, Türk İslam Teşkilatı’nın kurucularından olmuştur. 

Hazret-i Habbab bin Eret: Kufeli olup, Sasaniler döneminde Bizans sınırına yerleştirilen Türk boylarına mensup bir aileden gelmektedir. Kılıç yapımında usta bir demirci olup Hazret-i Nebî Efendimizin kılıç ustasıdır. İslam ordusunun kılıçlarını kendisi yapardı (Kıymetli dostlar, dikkatlerinize arz etmek isterim ki gördüğünüz üzere Türklere kılıç ustalığı ve sancaktarlık vazifeleri emanet edilmesi dahi Türklerin faziletini, savaşçılığını, teşkilatçılığını ortaya koymaktadır). 

Hazret-i Şehr bin Bazan: Hamedan Türklerinden olup, Sasanilerin Yemen genel valisinin oğludur. Babasıyla birlikte Medine’ye Hazret-i Nebî Efendimizi yakalama göreviyle giden özel time mensupken Efendimiz Hazretlerinin mübarek cemalini görerek etkilenmiş ve Müslüman olmuştur. Kendisi Hazret-i Nebî Efendimizin emriyle tayin edilen ilk validir, oğlu da sahabe olup o da valilik görevlerinde bulunmuştur.

Hazret-i Büreyde bin Husayb: İslam’ın ilk bayraktarı olarak bilinen sahabelerdendir. Hazret-i Ömer Efendimiz döneminde ordu komutanlığı görevinde bulunmuştur. Horasan’a teşkilat kurmak, İslam'ı anlatmak üzere gitmiş ve sonunda da şehit düşmüştür. Kabr-i Şerifi bugün Türkmenistan’ın Merv şehrindedir.

Hazret-i Abdurrahman bin Ebza: Kendisi Hazret- Ali Efendimizin döneminde Horasan valiliği görevinde bulunan sahabedir.

Hazret-i Abdurrahman bin Semüre: Abdurrahman ismi bizzat Hazret-i Nebî Efendimiz tarafından verilmiştir, Nebî Hazretlerinin silah arkadaşı olup birçok savaşa katılan sahabedir. 

Dostlar, şimdi geldik "teşkilat" meselesinde ki en önemli konuya. O konu Hazret-i Nebî Efendimiz, sahabeler ve Kayı boyu ilişkisi ve ittifakıdır. Kadim Türk boylarından biri olan Kayı boyu, İslam ile şereflenen ilk Türklerden olmuşlardır. Kâbe’nin muhafızları, hizmetkârları ve anahtarcılarıdırlar ve bu vazifeleri 1400 yıl boyunca şan ve şerefle taşımışlar, Peygamber Efendimize Kâbe’nin kapılarını açmışlardır. Hz. Osman Efendimize üzerine Kayı boyunun damgasını vurduğu kılıcı da hediye etmişlerdir. Bu kılıç 12 İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali Hazretlerine, ondan da yine Kayı boyunun hükmettiği Osmanlı Devleti’ne ve devletin kurucusu Sultan Osman Han Hazretlerine (Osman Gazi) geçmiştir. Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı boyunun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmışlardı. Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe muhafızlığı yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize Kâbe’nin kapısını açmışlardır. Peygamber Efendimiz (SAV), saadet asrında Mekke’nin hâkimi olunca Kâbe’nin anahtarlarını son anahtarcı olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir. Süreyciler bu vazifeyi 5 kuşaktır, yani yaklaşık olarak 120 yıldır devam ettirmekteydiler. Zira Kayı boyuna mensup olan Süreyciler, kadim inançları olan “Gök Tanrı” dininin temsilcisi olarak Hz. İbrahim’in atası olan Hz. Nuh’u görmekte ve bu kutsal yeri koruma görevini farkında olmasalar da itikadi bir vazife olarak üstlenmekteydiler. Osman Bin Talha’nın İslam’ı kabul etmesi büyük bir hikmet ve ibret olma özelliği de taşımaktadır. Zira Osman Bin Talha, hakkında ayet indirilmiş mübarek bir zat-ı şeriftir. Osman Bin Talha’nın iman etmesi, ne ilginçtir ki koruyucusu olduğu Kâbe’nin ve Mekke’nin fethedilmesi ile aynı esnada gerçekleşmiştir. Efendimiz, 629 yılında Mekke’yi fethedince Kâbe’de namaz kılmak için Hz. Ali’ye Kâbe’nin anahtarlarını almasını buyurur. Zira Osman Bin Talha, vazifesi gereği Kâbe’nin kapılarını kilitlemişti ve anahtarı bizzat korumaktaydı. Hz. Ali, aldığı kutlu vazifeyi yerine getirmek için Osman Bin Talha’nın yanına gidip Kâbe’nin anahtarlarını istediğinde, Osman Bin Talha, Hz. Nebî'nin peygamberliğine inanmadığını, Kâbe’nin anahtarının uzun zamandır kendi kabilesinde olduğunu ve vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine gücüyle çöl aslanı lakabını almış olan Hz. Ali Efendimiz, Osman Bin Talha’nın elindeki anahtarı elini sıkarak zorla aldı ve vazifesini tamamlamak için efendimizin yanına giderek kendisine teslim etti. Hz. Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Al bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et.” Hz. Ali, bu hikmetli duruma şaşırarak “Ey Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım ve teslim ettim. Şimdi neden geri götürmemi emrediyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca efendimiz şu hikmetli ve ibretli cevabı verir: “Ya Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana vahiy gönderdi: “Emaneti ehline veriniz! (Nisa Suresi 58. Ayet)”. Kâbe’nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur. Git ve teslim et!” Hz. Ali, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi anahtarı Osman Bin Talha’ya teslim eder. Osman Bin Talha ise bu duruma şaşırarak, “Biraz önce elimden zorla alan sen değil miydin, şimdi neden geri getirdin?” diye sorduğunda Hz. Ali, bunun Allah’ın vahyi ile henüz emrolunduğunu ve Hazret-i Nebî'nin böyle buyurduğunu söyleyince Osman Bin Talha, bu ibretlik durum karşısında İslam’ın hakikatine, Peygamber Efendimizin Resullüğüne İman ederek İslam ile şereflenmiştir. Osman Bin Talha, artık iman etmiştir. Üstelik İslam’ın kıblesi, Hz. İbrahim’in evi, yıllardır koruduğu, muhafızlığını yaptığı Kâbe’nin anahtarları Allah’ın buyruğu ile kendisine teslim edilmiştir. Kısa bir süre önce Peygamber Efendimizin girmemesi için elleriyle kilitlediği Kâbe’nin kapısını bu sefer Efendimizin girebilmesi için elleriyle açmıştır. Peygamber Efendimiz, bu hadisenin üzerine Osman Bin Talha’ya şöyle buyurdu: “Ey Ebu Talha evladı! Ceddinizden kalma olan emaneti size payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zalim olmaksızın hiçbir kimse alamaz.” Osman Bin Talha, o günden sonra Kâbe’nin koruyuculuğuna devam etti ve Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Savaşı’na katılarak İslam ordusu ile birlikte cihat etti. Bu savaştan bir süre sonra Efendimizin yanına Medine’ye gitti ve Efendimizin vefatından sonra tekrar Mekke’ye döndü. Dört halife devrinde İslam ordularının cihatlarına katıldı. 662 yılında Mekke’de vefat etti. Kâbe’nin muhafızlığı Osman Bin Talha Hazretlerinden sonra da Süreyciler kabilesi tarafından devam ettirildi. Ne ilginçtir ki Kâbe, İslamiyet’ten önce (550’li yıllardan itibaren) Kayı Türklerinden olan Süreyciler tarafından korunmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin Mısır ve Hicaz’ı fethetmesiyle yine Kayı Türklerinden olan Osmanlılar tarafından yönetilmiş, soydaşları olan Osmanlılar da bu vazifeyi yine Süreycilere emanet bırakmıştır. İşte bütün bunlar teşkilatın gücü, kudreti ve planlamaları dâhilinde olmuştur. Süreycilerin Kâbe muhafızlığı vazifesi, 8 Ocak 1926’da Suudi Arabistan Devleti’nin kurulduğu yıla kadar devam etmiş, böylelikle Kayı Türklerinin teşkilatçılığı,  hizmeti devam etmiştir ve Hazret-i Osman bin Talha Efendimizin mübarek soyunun vazifeyi yeniden devralacağı günleri Rabbimiz bizlere de göstersin inşallah. Kıymetli dostlar, Hankâh Balık Tapınağının Azizleri’nde, Şahların Savaşı ve Abdülhamid'in Akıl Oyunları'nda da uzun uzun ve kaynaklarıyla anlattığım üzere Türk İslam Medeniyetini, devletlerini "teşkilat" kurmuş, inşa etmiş ve yönetmiştir. Kaynakları taradığımızda ve dedektif gibi ipuçlarının peşinden gittiğimizde teşkilatın kurumları isimleriyle ve hizmetleriyle karşımıza çıkmaktadır.

ATEŞ KÜLTÜ EVLERİNDEN YILDIZ İSTİHBARAT TEŞKİLATINA 

Aziz dostlar, rahmetli Osman Turan'ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi ve onun öncesinde Haluk Tarcan'ın Ön Türk Uygarlığı eserlerini incelediğimizde Türk –İslam Tarihi’nin yedi bin yıllık “kara kutusu" olan teşkilat ve teşkilatçılık kavramları ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Türklerin bilinen ilk teşkilatı Ateş Evleridir.

ATEŞ KÜLTÜ/ ATEŞ EVLERİ

Eski Türklerde tek tanrı inancı, Ateş Kültünün içeriğini oluşturur. Tanrıya erişme ve teşkilatlanma gereksiniminden dolayı Ateş Kültü ve Ateş Evleri doğmuştur. Fakat hemen söylemeliyim ki Ateş Kültü asla ateşe tapmak değildir. Ateşi, Tanrıya erişmek için bir araç olarak kullanmak demektir. Kaynaklardan anladığımıza göre, Türkler Tanrının hizmetkârı olarak doğduklarını veya Tanrısal ırktan olduklarını kabul ederler. Toplanıp aralarında “BUĞ” (Bey-Ced) seçerlerdi. Bu kişi, halkına kul köle gibi hizmet etmekle yükümlüydü. “Buğ” öldüğünde Ateş Evi yöneticileri toplanırlar, eğer halkına iyi hizmet etmişse ve bu konuda başarılı olmuş ise vücudunun ateşe verilmesi hakkı tanınırdı. Çünkü seçilen beyi göreve getirenler, kendisinden halkı Tanrı adına adaletle yönetmesini ve halkına hizmet etmesini isterlerdi. Verilen görevi başarıyla yerine getiren bey, özel merasimle Ateş Evi görevlileri tarafından yakılırdı. Bir taş yazıtta, yakılma hakkını kazanan bir bey için yazılan şu satırlar o dönemki Türklerin inancını ortaya koyması bakımından önemlidir: “Buğ’un vücudu yandı. Canı uçtu, Tanrı’ya erişti.” Vücudu yakılan beyin külleri ve kemikleri, boy uluları tarafından, merasimle Ateş Evi’ne getirilir ve saklanırdı. Ateş Evleri hakkında kaynaklarda fazla bilgi olmadığından bunları mitolojik ve fantastik olarak kabul edersek, buradan aldığı ilim, irfan ve gizli bilgiler ile kurulan ve Türklerin bilinen ilk gizli teşkilatı Börü Budun’dur.

BÖRU-BUDUN

Yazar Atilla Akar'ın Böru Budun eserinde de uzun uzun anlattığı Börü Budun Teşkilatı, İlteriş Kağan’ın emri ile Vezir Tonyukuk tarafından kurulmuştur. Börü Budun'un savunucuları, teşkilatın İslamiyet öncesi Türk tarihi döneminde Çin ve diğer komşu ülkelerde ajanlık faaliyetleri yaptığını anlatırlar. Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinde de varlığı sürdüğü söylenen teşkilatın isim ve yapılanma değişikliklerine gidilerek günümüzde halen varlığını sürdürdüğüne dair söylemler bulunmaktadır. Mistik güçleri olduğu düşünülen Şamanların ve Ateş Evi yöneticilerinin kadim sırlarını ve Türk dünyasının gerçek tarihini Börü Budun’a teslim ettiklerine inanılmaktadır. Bazı yazar ve akademisyenlerin iddialarına göre (birazdan tesadüf diye adlandıracağım durum aslında Batı'nın uydurma tarih tezidir) Türklerin Orta Asya’dan kademeli göçü tesadüfi bir durumdur. Sanki “Hele bir yola çıkalım, nerede güzel çayır çimen varsa orada otağ kurarız,” demiş gibidirler. Aslında, baktığımızda göç planlı programlı, saat gibi işleyen bir süreçtir ve akıl onu emreder ki göçe karar veren bir "İRADE" olmalıdır. Batıya doğru göçte, incelendiğinde görülecektir ki kıtlık, doğal felaketler, düşman milletlerin saldırılarına uzun süre karşı koyamayacaklarını tespit etmişlerdir. Türklerin önce Anadolu’ya yerleşmeleri sonra Bizans kapılarına dayanmaları ve bir imparatorluğa dönüşmeleri uzun soluklu bir “TASARIMDIR”. Yani bilinçli ve stratejik bir tercihtir. Peki, bu irade kimdir? Bu stratejik kararları kimler alıyordu? Yazımızı okuyanlardan ve bu konuları araştıranlardan ricamız, olayların arka planını görmeye çalışmaları, kaynaklara derinlemesine nüfuz etmeleri ve olan biten olayların rastlantı sonucu olamayacağını düşünmeleridir. Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Bizans’ın ele geçirilmesi ve imparatorluk olma yolunda atılan emin adımlar, alınan kararların başarılı bir şekilde uygulanmasının ürünüdür. Yoksa aslında mütevazı bir uç beyliği olan Osmanoğulları’nın tek başına ufku ve gücü buna yetmezdi. Başlangıcı, Türklerin İslamiyet öncesine kadar giden bu yapının daha sonraki tarihlerde her bir yeni döneme hazırlanırken hayatiyetini ve varlığını farklı isimlerle devam ettirdiği bilinmektedir (Ateş Evleri, Böru-Budun, Kırklar Cemiyeti, Hankâh, Devlet-i Ebed Müddet Fedaileri (Sırlılar), Yıldız İstihbarat Teşkilatı). Son olarak da "teşkilat" kaynakları incelediğimizde Yıldız İstihbarat Teşkilatı ismi ile yeniden dirilmiştir. Çoktandır, varlığı tartışılan bu teşkilatın gücünü, kudretini ve varlığını Abdülhamid'in Akıl Oyunları kitabında anlatmış bulunmaktayım. Yıldız İstihbarat Teşkilatı Sultan Hamid Hazretlerinin emri ve iradesi ile Türklerin kaderine yön vermeye çalışmıştır (Hala faal olduğu söylenebilir). Yine belgelere ve kaynaklara göre, halen yaşadığı iddia edilen “bilge savaşçılar” topluluğu Ötüken ormanlarından Osmanlı saraylarına, oradan da cumhuriyete uzanan, uzun soluklu bu yolculukta tarihin en sırlı oluşumlarından biridir. 7.000 yıldır var olduğu söylenen bu teşkilat, milletin kaderine halen yön veriyor olabilir mi? Bütün bunları yazıp söylerken, dünyanın bütün büyük devletlerinin gizli kurullarca “Gnostik akıl (batıni, ezoterik, üst akıl)” ile idare edildiğini de hatırlatmalıyım. Bu hatırlatmadan sonra sorduğum sorunun cevabını verecek olursam eğer derim ki "Teşkilat hâlâ çok büyük bir ihtimalle milletin ve Âlem-i İslam'ın kaderine yön vermektedir.” Yazımı şu sözlerle noktalamak istiyorum: Teşkilatta vatan ve millet için çalışanların ruhları şad olsun vesselam!