Gönül uzaklaştıkça göz uzaklaşır, göz uzaklaştıkça gönül uzaklaşır. Aslında ecdat ne güzel söylemiş; “gözden ırak olan gönülden de ırak olur”.

Bir olaya, olguya ya da fikre ne kadar uzaksanız onu anlamaktan da o kadar uzaksınız demektir. Bu uzaklık fiziki, siyasi, iktisadi, ilmi, pedagojik, sosyolojik, psikolojik ideolojik ve daha birçok “loji”lerin alanına konu olabilir.

Bu uzaklık bireysel kimliğimiz “ben” ve toplumsal kimliğimiz “biz” arasında oluşan gerçekle, olayların, olguların, fikrin, nesnelerin arasındaki aralığa “mesafe” diyebiliriz.

Özellikle toplumların din-dünya görüşlerine yön veren, yaşam tarzını şekillendiren, kültürlerini, tutum ve davranışlarını belirleyen, medeniyetlerin mayasını oluşturan fikirlerle aramızda milyonlarca, binlerce, yüzlerce ve onlarca yıl mesafe var.

Bu mesafe ne kadar fazlaysa hakikat olan o “şey” ile olabilecek “sis” de o kadar kalın ve aşılmaz olacaktır.

Yalanı, yanılmaları, yanıltmaları, çıkarcı yönlendirmeleri, sokuşturulmuş sahtelikleri de hesaba katınca, kaynağı anlamamız, hakkında hüküm verip yargılamada isabet başarımız da o derece zorlaşır. Kimi zaman da imkânsızlaşır.

Özellikle sosyal alanda bu mesafeyi azaltacak araçların saflığı, diğerlerinden çok daha önemlidir. Çünkü olan biten olayların, doğru, yansız, tarafsız günümüze aktarılmış olması, olayların ardında yatan gizli açık nedenleri de görmemize katkı sağlar.

Tarih zamanda yolculuk gibidir. Anadolu Tarihi bunun en güzel örneğidir. Yanlış bilgiler, yanlış koordinatlar ve önyargılarla tarihe yapılacak bir yolculuk sonunda, sürprizlerle karşılaşmamız mümkündür. Bu sürpriz bizi sadece şaşırtmaz, tarih bilincimizin de savrulmasına ve başka alanlardan gelebilecek her tür saldırıya karşı savunmasız kalmamıza da neden olur. Sonrasında topluma, toplumsal olaylara, tarihimize bakışımız bu savrulma sonrası yeni bir biçim alarak kör dövüşü doğru yelken açabilir.

Geçmişin mirası tarih arşivleriyle temasımızın şu ya da bu şekilde engellenmiş olması o yüzyıla ait bilgilere ulaşanların mesleki ahlakı, vicdani sorumluluğu, bilimsel yeterliliğine bağlı olarak bize sundukları bilginin doğru yorumlarla aktarımı bizim tarihimize bakışımızı etkiler.

1960’lı yıllara kadar arşivlere sadece bazı uzmanların erişebildiği, Sultan Abdülaziz’den sonraki yakın tarihe ancak ikincil kaynaklardan ulaşılabildiğini okuduğumda bende oluşan düşünce “tarihle aramıza kimler, ne şekilde girdi kim bilir?” sorusu oldu. Hatta Osmanlı arşvinin araştırmacılara 80’li yıllarda açıldığını düşününce bu soru daha da ürkütücü bir hal aldı. Ve dahası Anadolu tarihinin çoğunlukla yabancı kaynaklardan bize ulaştığını hatırlayınca ürkütücü durum kâbus halini aldı.

Bu, Anadolu insanının kendi geçmiş gerçekliğine olan mesafesinin uzaklığını ve yalnızlığının da göstergesidir. Hamâsî ya da hasmânî yazılan her ne var ise yeniden okumayı, değerlendirmeyi de gerektirir. Övgü dolu, uzak-yakın tarihe bakarken siyasi ve ideolojik kaygılarla bazı gerçekliklerin ikinci üçüncü ağızlardan abartılmış olması veya gizlenmiş olması da mümkün. Ya da tarihi şahsiyetler hakkında ipe sapa gelmez iftiralar atarak onları küçük düşürmek isteyenlerin çok da iyi niyetli olmadıklarını anlamamız da mümkündü.

“Ölenin dili yok ki kalksın hayır öyle değil böyle desin”. Oysa ölenin geride bıraktığı eserler, izler, bize o günlere ait ipuçları verir ve bizim ipuçlarına bakışımızdaki netlikle, gerçekler doğru orantılı olacaktır.

Tabi bakışımızın ayarı bozulmadıysa.

Mütevatir” kelimesini her zaman sevmişimdir; “Yalanda bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği bilgidir”. Bu nedenle, ilahiyat alanından bugüne gelen en sağlam kaynak, elbette Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sahih kaynaklarla bize ulaşan sünnetidir. İslam Kültürünün, Kuran’ın ve Hz. Peygamberin ve o noktadan bugüne bir bütün olarak anlaşılması bunun en bariz örneğidir.

Ancak mezheplerin hukuki ve inanç ve itikat yaklaşımlarından kaynaklanan farklılıklar bir yana siyasi ve ideolojik ayrışmalar ki bütün bir medeniyeti bir birine kırdıran, yukarıdaki sis perdesine takılmış görüşümüzden kaynaklandığı ortadadır.

Bilgi bizim gerçekle aramızdaki mesafeyi en aza indiren bir köprü iken, köprünün başında ve ortasında ve sonunda duran çığırtkanların olduğunu da hatırlamak ve tarih ve tarihi olay ve şahsiyetler hakkında, olayların nedenleri ve sonuçlarına ilişkin ileri sürülen her iddianın da peşine takılıp gerçeklikten uzaklaşmamak gerekir.

Toplumsal gerçeklikle aramızdaki her uzaklık, bir sis perdesi oluşturur. Sisi aralama, gerçeği görebilmenin araçlarıyla bizi donatma sorumluluğu öncelikle eğitimcilerin işidir. Sayısal bilimlerde 2 kere 2’nin 4 ettiği sonucunu onlarca farklı formüllerle gizlenmesini, bir çırpıda görünmesinin engellemek nasıl mümkünse, sosyal bilimlerde, sosyal hayatı yönlendiren gerçeklerin gizlenmesi, doğruya ulaşmanın yolunun uzatılması, sislenmesi çok daha kolaydır.

Şu halde sorgulamadan kabul edilen, kaynağından araştırılmadan duyumla hareket etmek, duygularla hareket etmek her durumda ifrat ve tefrit noktasında bize zarar verir.

Soğukkanlılıkla, bir bilim adamı gibi gerçekle aramızdaki “mesafeyi” kapatmanın, sis perdelerini aralamanın yolunu Hucurat Suresi 6. Ayette görebiliyoruz: “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”

Özellikle sosyal medya bilgiye kolay yoldan ulaşmaya alıştırılmış zihinler için oldukça tehlikeli bir alan. Duygularımız, ön yargılarımız, yetiştiğimiz kültür, medya, basın yayın, bizi ışık hızıyla bir bilgiyi aktardığında aynı hızda yanlışa düşme, aldatılma ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekir. Bizim de ışık hızıyla gelen her bilginin doğruluğuna aynı hızda temkinli yaklaşıp, sorgulamamız, düşünmemiz, gerçeğe biraz daha yaklaşmamız mümkündür. Araştırmadan kabul edilen her bilginin sonunda daha karanlık bir yolun yolcusu olma ihtimali yüksektir.

Siz ne kadar bağırırsanız bağırın, her akıl gerçeği, öğrenmek istediği kadar duyar.

 

Maraş Pusula Haber - www.maraspusula.com / Yazar Nadir Yıldırım