Öncelikle işimize gelen cümleleri peşpeşe söylemekten kurtulmamız gerekiyor.

"Onlar kiim, biz kim? Bir kere onlar sahabeydi, Allah'ın ve Peygamberinin övgüsüne mazhar olmuşlardı. Peygamber efendimizle aynı dönemde yaşamışlardı, bizim onlar gibi olmamız mümkün değil," gibisinden cümlelerle asla bir yere varamayız.

Onlar da etten, kemikten oluşan, bizler gibi yiyip içen, gezip dolaşan, bağırıp çağıran, kavga eden, nefsine uyan, zina eden, içki içen, kumar oynayan, ağlayan, gülen, iyilik ve kötülük yapan normal insanlardı. Hatta sapkınlıkları, azgınlıkları bizden daha fazla idi.

Ama kendilerine sunulan reçeteyi harfi harfine uyguladılar. Uyguluyormuş gibi görünmediler, üzerinde kafalarına göre değişiklik yapmadılar. "O bir Peygamber, bizim onun gibi olmamız imkansız." demediler ve yudum yudum, kana kana içtiler islam pınarından.

Bıkmadılar, usanmadılar, engel tanımadılar, ayaklarına dolaşan ne varsa kurtuldular onlardan. Bağını bahçesini bağışlayanlar oldu, malını mülkünü dağıtanlar oldu, çoluk çocuğunu bırakıp savaşa gidenler oldu. Zor olan ne varsa yaptılar. Zorlukları aştıkça, imanın tadını daha çok tattılar, aşkları, iştahları, katlanarak arttı.

Dertleri Cennet bile değildi. Sürekli; "Allah bizden razı olur mu acaba?" korkusu taşıyorlardı. Yeter ki Allah razı olsundu, gerisi çok kolaydı. Kendilerini sık sık muhasebeye çekerlerdi.

Hz. Ebu Bekir berrak bir havada dışarı çıkmıştı. Semaya bakıyor, manzaranın güzelliğini, kudret akışlarını seyrediyordu. O esnada bir kuş gördü. Ağacın dalına konmuş, tatlı tatlı ötüyor, etrafına güzel sesiyle şenlendiriyordu. İmrendi ve iç geçirerek şunları söylendi; "Ne mutlu sana güzel kuş! Vallahi ben de senin gibi olmayı çok isterdim. Ağacın üzerine konuyorsun, meyvelerinden yiyorsun, sonra da uçup gidiyorsun. Ne hesap var, ne de azap! Vallahi Rabbimin huzurunda hesaba çekilecek bir insan olmaktansa, yol kenarında bir ağaç olmayı, bir devenin gelip beni ağzına alarak ezmesini ve yiyip yutmasını ne kadar isterdim."

Hz. Ebubekir sevilen bir insandı, varlıklıydı. Köleleri, malı mülkü, çevresi, bağı bahçesi oldukça fazlaydı ve istese saltanatına, rahatına devam edip gidebilirdi. Ama o çileye talip oldu. Kendisini zorlu yolculuğa çağıran arkadaşının peşinden koştu, her şeyinden vazgeçti ve esas zenginlik olan imanı tercih etti. İmanına sımsıkı sarıldı. Onu gerçekten yaşadı.

Nitekim Peygamber efendimizden sonra yönetici kendisi olduğunda, uykuları kaçmaya başladı. Çok titizdi, hiç kimseye adaletsiz ve hakkaniyetsiz muamele yapmak, bu konularla Allah'ın huzuruna çıkmak istemiyordu. Bir Cuma günü çıkıp insanlara; "Yarın toplanın, zekat develerini bölüştürelim, ancak hiç kimse izin almadan yanımıza gelmesin!" dedi. Ertesi gün, bir kadın kocasının eline yular vererek: "Şunu al git; belki Allah bize bir deve nasip eder." dedi. Adam elinde yularla develerin dağıtıldığı yere varınca, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i ağılda gördü ve izin almadan yanlarına vardı. Kafası çok karışık olan Ebu Bekir onu görünce; "Buraya nasıl girdin?" diyerek elinden yuları aldı ve ikaz sadedinde hafifçe dokundurdu. Arkasından yaptığına pişman oldu. Taksim işi bitince o kişiyi çağırdı ve yuları eline vererek: "Al, sen de bana vur, kısas yap!" dedi. Hz. Ömer bunun adet olarak kalacağından endişe duyduğunu belirtmesi üzerine: " Peki o halde kıyamet gününde beni Allah'ın gazabından kim kurtaracak?" dedi. Hz. Ömer de "onun gönlünü al!" dedi. Hz. Ebu Bekir, adama çuluyla birlikte bir deve ve beş dinar vererek onunla helalleşti, gönlünü aldı. O adam da Hz. Ebu Bekir'i affetiğini söyledi.

Söylesenize, hangi idareci, hak, hukuk, adalet konusunda bu kadar titiz olabilir. Birilerinin hakkını, başkalarına peşkeş çekmeyi sıradan bir iş olarak gören, sürekli kendisini destekleyenlere öncelik vermeyi alışkanlık haline getirmiş olan müslüman idarecilerin, sahabenin hayatını yeniden okuması gerekmez mi?

Sahabeyi sahabe yapan imanlarıydı. O dönemde yaşamaları değildi. Aynı dönemde Ebu Cehiller de vardı, Peygamberin öz amcası Ebu Lehebler de vardı. Mü'min olduğunu söyleyen herkes, hepimiz, imanımızı yeniden gözden geçirmeli ve Allah'ın istediği şekilde iman etmeliyiz. Cenab-ı Allah'ın: "Ey iman edenler!, iman ediniz." ayetini defalarca okumalıyız. Allah, sahabenin inandığı gibi inanmamızı istiyor. O dönemin gencini, yaşlısını, kadınını, erkeğini, esnafını, idarecisini, zenginini, fakirini, alimini, cahilini, tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.

"Müslümanım elhamdulillah." demekle iş bitmiyor. Şehadet kelimesi, sözleşme demektir. Allah ile yapılacaklar ve yapılmayacaklar konusunda sözleşme imzalıyorsun. Sahabe bunu çok iyi anlamıştı. Belki aramızda Resulullah yok ama ayetler, hadisler, gün gibi meydanda. Sarılalım onlara. Özümüze dönelim. Rabbim, silkinmeyi, tahkiki imana kavuşmayı ve gerçek müslüman olmayı cümlemize nasip etsin.