Mahir Ünal'la Dünyaya Bakış (III)

Abone Ol

Türk toplumu siyasal değişim ve dönüşüm zamanlarında, kültürel iklimi ayakta tutan kilit taşı görevi gören kavramsallaştırmalarda anlam kaymaları yaşadı. Toplum kurtuluş savaşı sonrasında, yeni devletin kuruluşu ve oluşumunun ardından üç ayrı ekibin; İslamcılar, Batıcılar ve Milliyetçi aydınların hayatı anlamlandırma mücadelesi arasında kaldı. Selçuklu ve Osmanlı mirasını reddeden yeni bir iklime doğru doktrin ve ideolojik araçlarla evirilmeye zorlandı.  Bu dönem de eğitim aygıtı kullanılarak, Yunan Klasikleri tercüme ettirildi ve yayınlattırıldı. Eğitimde, sanatta, kültürde bu düşünceler topluma yine kendi eğitim kanalıyla enjekte edildi. Eğitime “milli” eki takılarak bir ideolojinin enjekte edilmesi süreci hızlandı.

Oysa eğitim evrenseldir, milli değildir.

Türk toplumunun düşünen aklı, Tanzimat ve Islahat fermanıyla başlayan bir süreçte 1876 Sanayi Devrimiyle sonrasında değişen ve gelişen Batıya karşı ne olup bittiğini anlamaya çalışırken savruldu. Düşüncemizi kaybettik ve modernleşmenin kavramları karşısında bir türlü mirasımızı da omuzlayacak, yeni kültürel iklimde bir pozisyon alamadık.  Tarihi Kültürel iklimden bugüne taşıyabildiğimiz sadece edebiyatçıların aklından dile getirmeye çalıştığımız ve bize ulaşan İslami “duygular” oldu. Oysa bizim ihtiyaç duyduğumuz şey; bir İslam düşüncesi, idrake uygun bir düşünce inşa etmek, yeni bir İslami düşünce inşa etmektir.

Bugün bizim bir düşünce krizinden kaynaklanan bir ahlak krizimiz var. Ahlakı inşa eden, düşüncedir. Kriz nihayetinde sadece kavramsal alanda değil bütün sosyal alanlarda yaşıyoruz. FETÖ bu krizin bir sonucudur.  FETÖ bu krize neden olan, düşüncenin taşınmasına engel olanların rahminde yetişmiş bir yapıdır. Baskılar ve yabancılaşmış kültürel iklim ve idraksizlik, bunun başlıca nedenidir. Şerif Mardin: “Tanzimatla başlayan toplumda, dinin ve dindarın yeri ne olması gerekir tartışması Cumhuriyetle birlikte devam etseydi bugün, bizim bir dindarlık sorunumuz kalmayacaktı” tespitinden bakarak krizin saiklerinin görülmesi mümkündür.

Geleneğin reddi, İslam coğrafyasının da krize girmesine neden olmuştur. Oysa gelenek bir kaynak ve hafızadır. O günden bugüne kadar çok kıymetlidir Gelenek toplumsal hafıza olarak deneyimlerimiz olarak kabul edilmelidir. Gelenek bir kaynaktır, kutsal değildir. Ama değerli bir arşivdir.

Bunun açık örneğini İslam Dünyasında yaşanan Ehl-i sünnet, Selefilik gibi düşüncelerin çatışmasında ve kavgasında görüyoruz. Burada geleneksel olanla, yeni olanların oluşturduğu bir çatışma ve sorun alanı var. Örneğin İbn-i Teymiye ya da İbn-i Arabi arasında kavga etmemizin anlamı nedir? Namık Kemal ile Afgani arasında bir ayrım yaparak çatışmamız gerekiyor mu?  Şu halde eğer sen bu geleneğe yeni bir şey ekleyeceksen, bir taş koyacaksan koy, yoksa dönüp niye kavga ediyorsun?

Her çağı kendi ikliminde değerlendirmek gerektiği ve farklı olduğunu anlamak gerekiyor. İbn-i Arabi’nin ruhunun şekillendiği iklim, Endülüs iklimidir. İbn-i Teymiye ise Harranlıdır ki bir taraftan Moğolların bir taraftan Haçlıların sıkıştırdığı, çaresizliğin, ümitsizliğin, birlik beraberliğin inanılmaz kenetlenmenin kıymet taşıdığı bir iklimdir. Her ikisinin de bakış açısı kıymetlidir. Öyleyse bunları bir biriyle düşman etmenin, bunları birbiri ile kavga ettirmenin ya da dönüp bugünden oraya dönüp onlarla kavga etmenin bir anlamı değersizdir. Bize düşen görev ve sorumluluk,  bu geleneği kaynak olarak görüp, artık yeni bir şey söylemek, yeni bir şeyler ortaya koymaktır.

Sosyolojik olarak toplumsal değeri ve yeri olan bir kurumu aldığınızda onun yerine ikame edebilecek aynı değerde bir kurum ihdas etmek zorundasınızdır. Örneğin Osmanlı’da tekke, zaviyeler, dergâh, medrese gibi sosyal fonksiyonu olan kurumların kaldırılması bu alanda bir boşluk ortaya çıkardı. Bu yapılar, varlıklarını bir şekilde sürdürmeye çalıştılar. Bunu yaparken de geleneği olan dini gruplar tasavvuf geleneğe sahip yapılarda o geleneğin yapısına göre yeniden toplandılar. Bir geleneğe sahip olmayan yapılar ise yine kendilerini ifade edebilecekleri başka gruplarda bir araya geldiler. 1950’ye kadar Osmanlı’da olmayan dini gruplara atfen kullanılmayan anlamda ve içerikte yeni bir durumla; cemaat olarak tanımlanan gruplarla tanıştı.

Kültürler milli, medeniyetler evrenseldir. Türk Kültürü, Arap kültürü, Hint Kültürü bir araya gelip İslam Medeniyetini oluşturmuşlardır. Bir toplumun kendine has özel kültürel yapısını sonradan bir başka topluma montajlayamazsınız. Örneğin, Mısırın kültürel dokusu ile Malezya kültürü bizim dokumuzdan farklıdır. Hasan el Benna veya Seyyid Kutup’la mayalanan bir kültür bize taşındığında bizimle ne kadar uyum sağlar ki!

Devam edecek...

Mahir Ünal’la Dünyaya Bakış (IV)

Maraş Pusula Haber - www.maraspusula.com / Yazar Nadir Yıldırım