Horozlu şekerlerimiz vardı bizim.. Elmalı şekerlerimiz de.. Bir elmalı şeker yiyebilmek için annelerimize yaptığımız yalakalıklar vardı. ‘Acaba bir horozlu şeker aldırabilir miyim?’ diye verdiğimiz canhıraş mücadelelerimiz vardı. Şeker mücadelelerimiz.

Ramazana özel susamlı pidelerimiz de vardı. Tadı farklı, kokusu farklıydı. Şimdi yüz bin pide fırının önünden geçsek o kokuyu alamayacağımız ekmek kokularımız vardı.

Zil seslerimiz vardı bizim. İftar saatinde çalan, komşunun dokunduğu zilimiz vardı. O saatte duyduğumuz her kanarya sesi, bizi mutluluk ormanlarına götürürdü yemyeşil. ‘Acaba komşudan ne geldi?’ heyecanımız vardı bizim. Çünkü paylaşmayı bilirdik. ‘Bir tabak senden, bir tabak benden’ derken çoğalmayı bilirdik. Azken çok olurduk, hep birlikte çoğalırdık. Azlıktan üreyen çokluklarımız vardı bizim.

Bekleyişlerimiz vardı bizim.. İftar saatlerinden sahur saatlerine kadar süren bekleyişlerimiz. Bir de bakkal önlerindeki sıra bekleyişlerimiz vardı. Normalde işkence gibi gelen bekleyişlerimizi ramazan ayında zaman doldurmak için fırsata dönüştürüşlerimiz vardı bizim.

İstediğimiz bir çok şeyi aldıramazdık büyüklerimize. Günlerce gözyaşı döksek de aldıramazdık işte. Çünkü yoktu hiçbir şey. Elde avuçta hiçbir şey yoktu. Bomboştu eller. Ama çocukluğumuz vardı bizim. Hiçbir şeyimiz olmasa da dolu dolu çocukluğumuz vardı. Dopdolu neşemiz, birlikteliğimiz vardı.

Komşu çocuklarıyla iftar saatine kadar süren oyunlarımız da vardı. Şimdi ne komşu çocuklarıyla oyunlar kaldı, ne de komşudan haberdar bir nesil. Her şey bol olsa ne yazar ki? İçi boşaltılmış insanlığımız ve bomboş bir çocukluğumuz kaldı bizim.