Değerli okuyucularım bu yazımda sizlere, Osmanlı döneminde yaşayan,  kıymetli ariflerden sufisavaşçılardan PirNiyâzîMısrî Hazretlerinin hüzün, aşk, macera ve çile doluolan hayathikâyesini anlatacağım. 

Hazretin, hikmetlinasihatlerini, şiirlerini ve vaazlarını da bulacağınız makalemde onun hakkın da yazılmış çoğu kitap ve çalışma da yer almayan zehirlenerek şehit edilmesini de gönlünüz kanayarak okuyacaksınız.

Hazret-i Pir Efendimizin kederli ömrünün detaylarını öğrenmek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışa giden sürecinin nasıl oluştuğunu ve hazretin devletin dağılmasını engellemek için yaptığı derin ve gayretli çalışmaların olduğunu da bilmek demektir. Ayrıca kaleme aldığım yazım da siz aziz okuyucularım PirNiyâziMısrî’ningözünden Osmanlı Toplumunun içine düştüğü bunalımları, buhranlarıda deyim yerindeyse seyretmiş olacaksınız. Hazret-i Niyâzî Efendimiz ile ilgili çalışmam da ifade etmek zorundayım ki, onun kendi döneminde etkilediği yetiştirdiği âlimler veliler olduğu gibi XVII. Yüzyıldan günümüze kadar etkilediği insanlar makaleme sığmayacak kadar çoktur.  Fakat bendeniz burada, göze çarpan ve önemli derece de etkilediği şahsiyetlerden kısaca da olsa bahsetmek istiyorum ki neden Hazret-i Pir’i yazı konusu yaptığım daha iyi anlaşılabilsin.

Hazret-i Pir NiyâzîMısrî’den Etkilenen Şahsiyetler

İsmail Hakkı Bursevî (v: 1725)  : Mısrî Hazretlerinden etkilenenlerin ilki ondan bir kuşak sonra yaşamış olan İsmail Hakkı BursevîHazretleridir.  Bunun en büyük delili de Bursevî Efendimizin Divânının sonun da Hazret-i Pir’in “Müşkilim var Hak dostları eyleyimkûşad” mısrası ile başlayan gazeline şerh yazmış olmasıdır. Ayrıca Yunus Emre’nin “ Çıktım erik dalına, andayedim üzümü” şathiyesini şerh eden hazretin, şerhine de yorumlar yapmıştır. 

Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin Efendi( v: 1787) :  Hazret-i Pir’i eleştirenlere reddiyelerle cevaplar vermiştir. En önemli reddiyesini Mehmet Nazmî’ninHediyyetü’l – Ihvân adlı kitabına yazmıştır.

Harîrîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi( v: 1881) :  Mehmet Kemâleddin Efendi Hazretleri eserlerinde Hazret-i Pir NiyâzîMısri’yi övmüş ve Halvet-i Mısrî Tarikatından icazeti olduğundan bahsetmiştir.

Hüseyin Vassaf ( v: 1929)  : Sefine-i Evliyâ eserinin beşinci cildinde elli sayfa kadar Hazret-i Mısrî ve tarikatını anlatır, detaylı bilgiler verir.  Ayrıca kendisi buyurmuştur ki : “ Hazret-i Mısrî’yi çok severim, ona büyük bir muhabbetim, şiddetli bir meclûbiyetim vardır.  İsmi mübarekleri her nerede yâdedilseKalb-i Fakîrânemdeadetâasâr-ı vecd zuhura gelir “   demiştir.  

Osman Hulusi Ateş Efendi ( v: 1990) :Âlim ve mutasavvıflarından Osman Hulusi Efendi Hazretlerinin DivânındaNiyâzîMısrî’nin izlerine ve işaretlerine rastlanmaktadır.  Şiirlerin de hem şekil hem de muhteva bakımından Hazret-i Pir’in ilminden ve irfanından bahisler olduğu da bilinmektedir.

DemetriusKantemir: Hazret-i Pir Efendimizin hayat hikâyesinden Osmanlı Tarihi ile alakalı eserinde bahsetmiştir. Onun, Hazret-i İsa ile ilgili muhabbet dolu şiirlerinden etkilenerek Hristiyanlara karşı merhametli olduğunu anlatmış ve kendisini methetmiştir. Hristiyanlara karşı muhabbet beslemek fikri Kantemir’in kuru boş iddialarındandır. Çünkü hazretin, İsa Nebi as Efendimize muhabbet etmesi yine yüce İslam dinin emridir. Ayrıca topluma zararı dokunmayan kimseye bir kötülüğü olmayan insanlara muhabbet beslemek sırf insan oldukları için onları aziz görmek ve varsa ihtiyaçları yardımlarına koşmakta İman ettiğimiz Kuran-ı Kerimin emridir.  

NiyâzîMısrî Hazretlerinin fikirleri ve şiirlerinden günümüzde de birçok yazar yararlanmaktadır. Örnekler vermem gerekirse psikolog Dr. Mehmet Tevfik’in “Ruhî Bunalımlar Ve İslam Ruhiyatı” ile Ali Rıza Önder’in “ NiyâzîMısrî’nin Tasavvufta ki Yeri “ isimli eserleri ilk anda düşününce akla gelen çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.  Ali Rıza Önder bahsi geçen derinlikli çalışmasında Hazret-i Pir’i şu şekilde anlatmaktadır “ Niyazî’nin XVII. Yüzyılda başlayan ünü, ölümünden sonrada sürmüş ve çağımıza değin ulaşmıştır. Mısrî, gerek uslûbunun halka yakın olmasından, gerek halk ile ilişkilerinin yoğun olması yönüyle, toplumun büyük kesimleriyle bütünleşmiştir. İşte bu sebepten dolayı da Divanını toplumun büyük bir kesimi okumuştur ve hâlâ da okumaktadır.

Hazret-i Pir hakkında bugüne kadar yazılmış en kapsamlı araştırma eserini kaleme alan Sayın Mustafa Tatcı Beyefendi ise Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ çalışmasın da onun değerli şahsiyetini şu şekilde anlatmıştır  “  XVII. Asırda yaşayan NiyâzîMısrîHalvetî Hazretleri, tasavvuf tarihinin en renkli ve en önemli simâlarından biridir. Coşkun ve cezbeli bir sufi olan Mısrî, 1618’de Malatya’da doğmuş, Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ, Mısır, İstanbul, Elmalı, Uşak, Kütahya ve Bursa’da yaşamış ve nihayet sürgüne gönderildiği Limni’de 1694 senesinde vefat etmiştir.  Mısır’da öğrenim gördüğü için kendisi Mısrî diye tanınmıştır. İbn-i Arabî, Hazret-i Mevlâna ve Yunus Emre düşüncesinin XVII. Asırdaki takipçilerinden olan Mısrî, adeta bu üç büyük zatın düşüncelerinin harmanlandığı bir mükemmel terkiptir. O, şiirlerinde aşka ve irfana ait hakikatleri damıtıp süzerek devrinin en güzel Türkçesiyle insanımıza takdim etmiştir.  Mısrî, aynı zamanda edebiyat tarihimiz de kendisini takip eden mutasavvıf, şair ve ediplerle adına  “NiyâzîMısrî Okulu” diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun kurucusudur.

Hazret-i Mısrî, fikirleriyle bütün çağlara hitap eden ve insanlığın varmak istediği hakikatin şahikalarında dolaşan bir gönül adamıdır. Onun varlık birliğini, ilahi aşkı, yaratılışı, eşyanın ve insanınhakikatini, kısaca İslâm’ın derinliğini ve inceliğini ortaya koyan irfânî düşüncelerini anlamaya çalışmak ve insanlığın anlaması için gayret etmek, bu alanda sorumluluğu bulunan herkesin görevidir.  Hazret-i Mısrî, ne yazık ki sürgünde yaşamış bir velidir. Bu toplum, maalesef içinden çıkan değerlerinin kıymetini lâyıkıyla takdir edemeden bugünlere gelmiştir. Bu vefasızlık, siyâsî hırslarla veya bazı toplulukların taassubuyla günümüzde de devam etmektedir. Ne acıdır ki, Türk Toplumu sürgüne gönderdiği bu büyük gönül ve aşk adamının da kıymetini bilememiştir.  “

NiyâzîMısrîHazretleri Ledünnî sırları ilan ettiği; keşifleri olduğu için zalimlerin hedefi olmuştur.  Kıskanç ve haset ehli insanların iftiralarına hakaretlerine maruz kalmıştır. Bir defa Rodos’a iki defada Limni’ye olmak üzere üç kez sürgüne gönderilmiş, hayatının on altı senesini zindanlarda veya gözaltında yaşayarak geçirmiştir. Bu sürgünlerin devletin içine çöreklenmiş Sabetayistlerin işi olduğunu yani onların başının altından çıktığınıda kaynaklar yazmaktadır.  Söz konusu sürgünler maalesef devrin,dini anlayışı dar, sözde ulemanın da hoşuna gitmiştir. Hatta kendi ikbal ve menfaatleri adına Sabetayistler ile ittifak yapanların da bulunduğunu ifşa etmek doğruları anlatmakta boynumun borcudur.  Hazret-i Mısrî Efendimizin sürgüne gönderilmesine sebep olan hâdiselerden biri semâ ve devrân aleyhine fetva veren şeyhülislama karşı çıkmasıdır.  İkincisi de Ehl-i Beyt ahlakının ve anlayışının Devletin kurulduğu dönemde var olduğunu fakat sonra giderek bu kurtarıcı hakikatten uzaklaşıldığını “Arap kültür ve yaşantısının” din zannedilmeye başlandığını korkmadan ve çekinmeden devlet erkânın ve sözde ulemanın yüzüne haykırmasıdır.  Bir diğer sebeb ise şudur: Sultan II. Ahmet Han ve Köprülüzade Fâzıl Ahmet Paşa’nın iktidarda olduğu 1693 senesinde Avusturya üzerine sefere karar verilmiş vepadişah, hazret-i Mısrî’yi ordu şeyhi olarak tayin etmiştir.  O da , “ Fî sebîlillâh gazâ ve cihâda memur olduk “ diyerek daveti kabul etmiş, Edirne’ye gelip Selimiye Camii Şerifinde va’z etmiştir.  NiyâzîMısrî’ninva’z esnasında, devleti içine düştüğü buhran ve sıkıntılardan kurtarmak adına yaptığı tenkitler ve sunduğu çözüm önerileri, ikbal ve menfaatleri elinden gidecek olanları kızdırmış ve korkutmuştur.  “Mısrî isyana kalkışıyor” diye bir yaygara koparılmış ihtiyar haline bakılmadan adî bir suçlu gibi ayağına prangalar vurularak adaya sürülmüştür.  Tarihçi Silahdâr’ın ve diğer kaynakların izini sürdüğümüz de görmekteyiz ki Hazret-i Mısrî’ye bu gadri edenlerin hiçbiri makamlarında kalamamış, rezil rüsva olmuşlar, arkalarında kötü birer isim bırakarak kaybolup gitmişlerdir.

Hazret-i NiyâzîMısrî ‘den İrfan Sofraları

NiyâzîMısrî Hazretlerinin “İrfan Sofraları” isimli ellerden ve gönüllerden düşmemesi gereken muazzam eserinde, deruni sırları açıkladığı gibi,insanlara yol ve yön gösteren çok önemli açıklamalar da yapmıştır.  Hazretin kıymetli kitabının mutlaka okunması hazmedilmesi irfan ve hikmet arayışında ki inananlar için önem arz ettiği gibi tarihimizin ezoterik ve batıni kodlarının doğru anlaşılabilmesi için de faydalı olacağını düşünmekteyim. Bu manada siz değerli okuyucularıma hazretin, İrfanSofraları kitabının içeriğini fark edebilmeniz ve doğru sanılan yanlışların bilinebilmesi adına alıntılar yapacağım. Ancak öncesinde Bilim- Din çelişir iddiasını gündeme getirenlere, aklı sadece gözlerine inmişlere de cevap teşkil etmesi bakımından, Albert Eınsteın’in “Benim Gözümden Dünya” kitabından  “Bilimin Dinselliği”  konusuna yaklaşımına bakmak zorundayız. Zira yapılan araştırmalar Eınsteın’in proje ve çalışmalarını yaparken NiyâzîMısrî Hazretlerini okuduğunu göstermektedir.Ayrıca dini duygular ile veya metafizik ile bilim yapılmaz diyenleri de umarım aydınlatacaktır.

Bilimin Dinselliği-  Albert Eınsteın

“ Derin bir bilimsel kavrayışa sahip kişiler arasında, kendine özgü bir dini duyguya sahip olmayan, neredeyse yok gibidir. Fakat bu, sıradan insanın dini anlamasından farklıdır. Onun için Tanrı ödüllerinden yararlanılan ve cezasından korkulan bir varlıktır.Bir çocuğun babasına karşı hissettiklerinin ulvileştirilmiş haline benzer. Her ne kadar içinde korkuyla karışık bir saygı barındırsa da, belli bir dereceye kadar kişisel ilişkiye girilen bir varlıktır.  Ancak bilim insanı, evrensel nedenselliğin anlamına vakıftır.  Onun için gelecek, tıpkı geçmiş gibi, zorunludur ve belirlenmiştir. Dini duygu, müthiş bir aklın dışa vurumu olan doğal yasalarının uyumu karşısında duyulan coşkulu bir hayret biçiminde kendini gösterir.  İnsanın tüm sistematik düşüncesi ve eylemleri, bununyanında sadece önemsiz birer fikirden ibaret kalır. “Bencil arzuların esaretinden kurtulabildiği sürece, bu duygu hayatını ve çalışmalarını yönlendiren en temel ilkedir.”  Şüphesiz ki bu, her dönemde dindar dâhileri meşgul eden soruyla benzerlik gösterir.”

NiyâzîMısri ve Zaman :   ( İrfan Sofraları 19. Bölüm sayfa: 60)  Sadrettin Konevi Şerhûl – Ehadîsi’l- Erbaîn eserinin yirmi yedinci hadis şerhinde demiştirki Allah’ın Resulü (S.A.V) in “Zaman döndü, dolaştı, Allah’ın yeri göğü yarattığı gündeki hali üzere geldi” buyurduğu sabit olmuştur.  Bu hadisin sırrının keşfî manası şöyledir: Bil ki bu hadis, kâmillerin derinine nüfuz edebilecekleri ilahi ilimleri ve daha birçok sırrı da içerisinde barındırmaktadır.  Sabahla güneşin doğması arasında ki zaman ne ise Resul’ün gönderilmesiyle kıyamet arasındaki zamanda odur. ( Hazret,  zaman izafidir buyuruyor)  İşte buna peygamberimiz as Hazretleri şu sözleriyle işaret buyurmuştur. “Ben o zaman da gönderildim ki benimle kıyamet şu iki parmak gibi birbirine yakındır. Hatta az daha o beni geçecek”  Sonra Konevî izahının sonlarında buyurmuşlardır ki anlatılan hususlara daha sayılamayacak kadar çok işaret vardır.Ama insanın zuhuru meselesine bakacak olursak bunu yedi bin yıl ile sınırlayamayız.  Öyle sanıyorsanız öyle değildir.  Bundan maksat şunu anlatmaktır.Yüce Allah, Küllî devrenin başında adını bildiğimiz şeyleri yarattı. Hüküm ve emri ilahi,Sünbüleburcuna gelince Âdem’i yarattı.  Devirlerin sayısının tamamını Hazret-i Allah bilir.  Bir de Allah bunları kullarından bazılarına bildirir.

NiyâzîMısrî Hazretleri İrfan Sofraları kitabında ( 44. Bölüm sayfa: 111 de ) Zamanın sırlarının nasıl anlaşılacağına dair de işaretler de bulunmuştur. Hazret-i Pir Efendimiz buyurmaktadırlar ki “ Zamanın sırları,hadis-i Şeriflerde anlatılmaktadır.Onlardan biri de: Zamanınız günlerinde Rabbinizin nefhaları ( nefesleri, güzel kokuları ) var.  Kendinizi onlara arz edin.Kelamıdır.  İlahi nefhalar, her zamanda bulunan kâmiller ve onların kıyamete kadar süren nefesleridir. Yani zamanın sırlarını onlar Allah’ın bildirmesiyle birlikte bilmektedirler. Bunlardan nefhalar diye bahsedilmesinin sebebi şudur ki: Onlar, içlerinde bilkuvve mevcut olan ilimleri, marifetleri, güzel fiilleri ve güzel huyları fiile çıkardılar. Bundan dolayı halk arasında misk, öd ve amber gibi oldular ve insanlara rahmet esintilerini taşıdılar.

Zamanın, günleri zikretmek ile anlaşılacağı gibi, dünyanın, kıyamete kadar sırları bilenlerden ayrı kalmayacağı da bilinmelidir.  Onlara arz edilmekten maksat ise onları arama onlar ile olma emridir. Ancak bu takdirde rahmanî nefhalar (kokular) dan ibaret olan mübarek , nefis nefesleriyle insanların içlerinde bulunan kemaller fiile çıkarda onlarda ötekiler gibi evliya olurlar.  Ayrıca bu ilahi emir yine zamanın sırlarını anlamak için oruca ve açlığa susuzluğa da teşviktir. Çünkü Hazret-i Peygamber as oruçlunun ağzının kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha güzeldir buyurmuştur. Kemalâta erenlerin çoğu, ancak bu yolla ermişlerdir.  Çünkü bu yol, mücahedelerin en zorudur.  Bundan hâsıl olan maarifet ise en güzel nefhadır. ( kokulardır) Keza güzel vakitlerde, bilhassa seher vaktinde Rahmanî cezbeye de teşviktir.  Çünkü seher vakti,uşşaka (âşıklara)  nefha-i rahmaniyye’dir. Yüce Allah’ın huzuruna da yaklaşma sebebidir.  Bu, ancak bütün vakitleri kaplayan çok nafile ibadet yapmakla olur. Çünkü yüce Allah bir kudsî hadiste “ kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder, o kadar yaklaşır ki kendisini severim.  Ben onu seversem, onunkulağı, gözü olurum “ buyurmuştur.  İşte bu sevgiye meyletmek, ilahi nefhalara meyletmek ve sırları öğrenmek demektir.  Keza nefhalar, meşayihin telkinidir.  Nefehat, meşayihin kalplerinin istidatlı kimselere yönelmesidir. Bu da hizmet, teslimiyet ile olur. Bundan dolayıdır ki Peygamber as  “kendinizi onlara arz ediniz”  buyurmuşlardır.  Âlem, bu nefhalar ile doludur ( aslında bilgiler ile doludur)  ama nezleli burunlar bu nefhaları koklayamazlar.( yani farkındalık sahibi olmayan kişiler irfan ve hikmetlerden hakikat bilgisinden mahrum kalırlar) Burunların nezlesini Hazret-i Allah’ın izni ve müsaadesi ile şeyhin telkin ve teveccühü giderir.  Nefhalar, ayrıcayetimler, dullar, fakirler, zayıflar, mazlumlar gibi kırık kalpli olanların kalplerini tamir etmekle de bulunabilir.  Bütün ibadetler, bu nefhalara vesiledir.  Fakat bunlara en yakın yol, tevhit ilmidir. “   NiyâzîMısrî Hazretleri kıymetli yazısında görüldüğü üzere tıpkı Albert Eınsteın’in anlattığı gibi bilimsel verileri anlamlandırmak için dinsel coşkuyu yaşamayı ve bencil arzuların esaretinden kurtulmayı önermektedir. Daha da açıklayıcı olmam gerekirse Hazret-i Pir zaman kavramıile ilgili hikmetleri ve kâinatın diğersırlarını öğrenmekisteyenleri Hazreti Allah’a yaklaşmaya ve ona dost olanlardan ilim tahsil etmeye davet etmektedir. Bu manada ilahisırları anlatacak kişileri yani NiyâzîMısrî’nin öğretisinde anlatılan gerçek âlimleri de tanımak zorundayız.  O zaman da  yine hazretin hikmetli yazılarına bakmamız gerekmektedir.

NiyâzîMısrî ve Âlim

NiyâzîMısrî Hazretleri İrfan Sofraları isimli maneviyat dünyamızın güneşi olan kitabında ( 8. Bölüm sayfa: 32 ‘de )  Hak dostlarını ve gerçek âlimleri şu şekilde anlatmaktadır. “  İlmini göstererek zenginlerin kapısında dolaşan ve onlardan bir şeyler uman âlimler hor görülürler.  Nasihatleri dinlenmez. Bu âlim, örümceğebenzer.  Çünkü örümcek de gider, insanlarınkapılarından, evlerine, küvetlerinde, deliklerinde, tavanlarında ev ( yuva) yapar. Hemde o kadar güzel yapar ki sanatının maharetinden, ölçüleriningüzelliğinden, açılarının düzeninden mühendisler hayret ve acz içinde kalırlar. Fakat onun orada yuvalanmasından maksat sinek, kelebek ve emsali şeyleri, avlamak olduğundan insanlar ona yüz vermezler, aksine onu yıkmaya çalışırlar, kötü görürler şumtutarlar. İlmiyle amel eden salih, hiç kimseye yüzsuyu dökmeyen âlim de arıya benzer.  Allah şöyle buyurmuştur.  “ Allah’tan başka dostlar edinenler ev edinen örümcek gibidir. Evlerin bayağısı da elbet örümcek evidir.  Bilmiş olsalardı. ( Ankebut Suresi 41. Ayet) “   ve Rabbimiz yine buyurmuştur ki :” Rabbin Arıya dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonrada Rabbinin gösterdiği yollardan mütevazı olarak yürü diye vahyetti. Onun karınlarından insanlara çeşitli renklerde içki ( bal, bal şerbeti)  çıkar. Onda insanlara şifa vardır. Düşünen bir millet için bunda ibretler vardır ( Nahl Suresi 68–69. Ayetler)”  Bil ki faydalı ilimleri cemeden ve onlarla salih ameller işleyen âlimi, Allah bilmediği ilimlere ( gizli ve esrarlı ilimlere)  varis kılar. Hadis-i Şerifte buyurulmuştur ki “ Kırk sabah Allah’a halisane ibadet eden kimsenin kalbinden lisanına hikmet pınarları fışkırır”  şimdi kırk sabah ibadet eden böyle olursa ya kırk hafta, kırkay yahut kırk sene ihlâsla sabahlayan kimse nasıl olur? Veraset ilmi temiz baldır. Kalpleri saflaştırır, ruhlarıtemizler, dilleri tatlılaştırır. Hâsılı ey kardeşim, Hak nazarında kapılarda, deliklerde, tavanlarda yuva yapan örümcek gibi olma. Çünkü o ev, sahibini sıcaktan ve soğuktan korumaz. Örümcek onu sadece sinek ve kelebek avlamak için yapar. Yani ilim aracılığı ile zenginlerin dünyalarından dünyalıklarından faydalanmak için onların kapılarına gitme. Arı gibi ol ilmini ve amelini halis et ve iyilikle emir kötülükten nehiy dışında ilim ve amelini insanlardan gizle, çünkü arı, yüce Rabbin vahyiyle öyle bir ev yaptı ki örümceğinki gibi mühendisler onun da sanatından hayrete düştüler, aciz kaldılar.  Hatta bunun ki ondan da güzel. Arıların karınlarından, çeşitli renklerde şarap çıkar ki bunda insanlara şifa vardır. Arı tadı ağızlarda kalan o saf bal ile evinin hücrelerini doldurur, onunla kendinin ve insanlığın açlığını ve çeşitli hastalıkları savar. ( Bugün artık tıp ilmi de balın hastalıklara şifa olan yönünü ve ilaç olarak kullanılabileceğini kabul etmektedir.) 

Yani tenhayı ve uzleti sevmekte ilim ile amel etmekte arı gibi ol ki sana veraset ilmi verilsin.  Ahlak-i hamide meyvesini versin.Kalbin, Allah’ın ilhamına konak olsun, böyleceva’z-ü nasihat ve irşadda söylediğin her kelimen, içinde insanlara şifa bulunan çeşitli renkler de ki şarap ( bal) olsun.  Bir vaiz bir şeyh efendiye mektup yazdı “ Halk neden bizi değil de sizi dinlemeye meylediyor? “  diye sordu. Şeyh cevabında dedi ki “ Ey kardeşim, bizim ağızlarımız da tevhit balı; kalplerimiz de Allah aşkı var. Bizim kalplerimizden doğup ağızlarımıza gelen her söz, içinden çıktığı ve üzerinden geçtiği şeyin ( yani kalbin ve dilin)  tadıyla karışmıştır. Bunun içindir ki bizim sözümüzden ağızlar ve kulaklar tatlılanır.”

Hazret-i Pir Niyâzî-i Mısrî’nin Hayatı Ve Eserleri…

8 Şubat 1618 Cuma gecesi Malatya’da dünyaya teşrif eden NiyâzîMısrîHazretleri, 16 Mart 1694 yılında 78 yaşında vefat etmiştir.  Malatya, Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ, Bağdat, Şam ve Kahire Medreselerinde öğrenim görmüş ve nihayet Elmalılı Ümmî Sinân Hazretleri’ne intisâb ederek seyr u Sülûkçıkarmış, Hazret-i Allah’a vasıl olmuştur.  Hazret-i Pir on dört yaşındayken, babası kendisinin de bağlı olduğu Nakşî tarikine bağlanmasını istemişse de hazret o zaman Malatya’da bulunan Halvetî Şeyhi Hüseyin Efendiye biat etmiştir. Bu zât kısa bir süre sonra Hakk’a yürümüştür. Efendisi vefat edince Hazret-i Niyâzî, hem tahsilini devam ettirmek hem de bir mürşid bulup biat etmek düşüncesiyle Malatya’dan ayrılmıştır. Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ ve Şam’da kalmış ve nihayet Mısır’a ulaşmıştır.  Bu sırada 23 yaşlarındadır. Kahire’de biryandan El- Ezher’de medrese derslerini tahsil ederken bir yandan da Kadiri Tarikatından bir mürşide intisap etmiştir. Gündüzleri medresede ders, geceleri de tekkede tasavvuf eğitimi görmüştür. Medresede ki derslerinden icazet aldıktan sonra,  burada biat ettiği mürşidinin de izni ile Hazret-i Niyâzî, cemalini tekrardan Anadolu’ya çevirmiştir. Önce İstanbul’a oradan Bursa ve Uşak’a geçmiştir.  Uşak’ta 1646 senesinde 28 yaşında Elmalılı Ümmî Sinan Halvetî Hazretleri’ne intisap eder.  

Hazret-i Pir’in Mısır’dan Uşak’a gelinceye kadar başından enteresan hadiselerde gelip geçmiştir. Ümmî Sinan Hazretlerinin yanında kaldığı süre içerisinde ki yaşantısını anlatmaya başlamadan önce kısaca da olsa Mısır – Uşak arasında ki yolculuklarında yaşadıklarını da siz kıymetli okuyucularımla paylaşmakta yarar görmekteyim. Hazret-i Mısrî, Ümmî Sinan Hazretlerine ulaşıncaya kadar tarikat-ı aliyyeye mensup bir hayli zevatla görüşür Ancak hiç biri onun gönlünü tatmin etmez. Kahire’den yola çıkar, bir buçuk ay İskenderiye’de Şeyh İbrahim Efendi’nin yanında kalır. Yine seyahatle İstanbul’a gelir. Burada Sultan Ahmet’te ki Sokullu Medresesi’nde bir hücreye yerleşir. Bir müddet sonra da Bursa’ya teşrif etmiştir. Bursa’da Sabbâğ Ali Dede’nin evinde kaldığı günlerde şöyle bir mânâ görür : “Elinde bir güğüm vardır. Bu güğümü kalaylatmak için kalaycıya gider.  Kalaycı der ki; MısrîEfendi! Güğümün dışını herkes kalaylayabilir, bukolaydır. Asıl hüner onun içini kalaylamaktır, öyle değil mi? Hazret-i Mısrî; evet efendim öyledir!Deyince; Öyleyse içini de kalaylayalım diyerek güğümü elinden alır. Önce bir aletle ikiye ayırır. Sonra içini ve dışını güzelce kalaylayarak yine eskisi gibi birleştirip Mısrî’nin eline verir. Hazret uyandığında meseleyi anlamıştır. Tıpkı Yunus Emre Hazretleri gibi; Zahirim iyi adda, gönlümfâsidtâatte diyerek gönül kabını kalaylayacak olan manevi kalaycıyı aramak üzere yeniden yollara düşer “  

Hazret-i Pir Efendimiz Bursa’dan yola çıkar, Uşak’agelir. Uşak’ta devrin büyük âlim ve ariflerinden, Elmalılı Şeyh Ümmî Sinan Hazretleri’nin halifesi Şeyh Mehmed Efendi ile tanışır ve onun dergâhına yerleşir. Şeyh Mehmed Efendi Hazretleri de Uşak’ta sevilen sayılan insanlara canı gönülden hizmet eden dergâhında taliplileri irşad eden bir zat-ı muhteremdir. NiyâzîMısrîHazretleri, Mehmed Efendinin Dergâhında, dışarıya çıkmadan uzlette yaşamaya başlar.Bir yandan ibadet ve zikir ile vakit geçirir bir yandan da tekkede şeyh Efendinin sohbetlerini dinler.Ancak Hazret-i Pir’in asıl amacı yılda bir kez Uşak’a ihvanlarını ziyarete gelen Mehmed Efendinin de Mürşid-i Azizi olan Ümmî Sinan Hazretleriyle tanışmaktır.  Beklenen gün geldiğinde Ümmî Sinan Hazretleri Uşak’taki dergâha teşrif ederler.  Şeyh Efendi, daha Mehmed Efendi’yi görür görmez ;  “ Mehmed Efendi!Senin hizmetinde Mısrî Mehmed isminde bir derviş var imiş, onu bize getir! “ der.  Mehmed Efendi de ; “ Evet Sultanım!Huzurunuza takdim edilmek üzere bizde emanettir.”  Diye arz eder ve Hazret-i Mısrî’yi getirip şeyh Efendi’ye teslim eder.  Mısrî, daha ilk bakışta Bursa’da mânâda gördüğü kalaycının Yusuf Ümmî Sinan Hazretleri olduğunu anlar.  Bu sırada tarih 1647’yi göstermektedir ve Hazret 28 yaşındadır. Sinan-ı Veli Hazretleri bir müddet Uşak’ta kalmış sonrada NiyâzîMısrîile birlikte kendisine intisap eden Matlai, Şeyhî, MüftîDerviş, Gülâboğlu, Askerî mahlaslarıyla tanınan beş dervişini de yanına alarak Elmalı’ya dönmüştür.

Hazret-i Mısrî’nin Elmalı’daki Günleri…

Hazret-i Pir Efendimiz, Elmalı’da dokuz sene kalmıştır. Geçen bu zaman içinde Ümmî Sinan-ı Veli, Mısrî’yi tarikat âdâbı gereği sülûka devam ettirdikleri gibi, onu, dergâh-ı Şerîfîn imametiyle ve şeyhzâdelere ilim öğretmek gibi bir takım hizmetlere de tayin etmiştir. Bir müddet sonrada bu gibi meşguliyetler sülûk için gerekli olan erbâin, riyazat ve zikr-i dâimîye engel olduğundan dolayı Azizi tarafından Elmalı dışında ki dergâhın değirmenine hizmete gönderilmiştir.  Hazret, burada tekkenin günlük ihtiyacı olan buğdayı her gün götürüp öğütür ve geri getirir. Bu sırada o, tamamen zikre ve riyâzata yönelmiştir. Ancak Hazret-i Niyâzî senelerden beri memleketini ve aile çevresini görememenin verdiği özlemle Malatya’ya gitmek istemektedir.  Kaldı ki, sılâ-i Rahim ziyareti de meşrudur.  Bu meşru hakkı kullanmak için mürşidinden izin almak gerekmez sanıp baba ocağına doğru yola çıkar. Bir zaman sonra gönlü sıkılmaya ve bunalmaya başlar. Öyle ki, öğrendiğizâhirî ve bâtınî bütün bilgiler gönlünden silinir.  O zaman anlar ki, bu sıkıntının sebebi pîr huzurundan destursuz ayrılmaktır. Gönlüne hemen şeyhine danışıp ondan izin almak fikri gelir.  Elmalı’ya derhal geri döner. Dönüşünde mürşidinin eşiğine yüz sürüp özür diler. Ümmî Sinan Hazretleri buyururlar ki “ MısrîDerviş! Bostan sahibi meyvenin olup olmadığını bilir. Biz seni sılanın sevabından mahrum etmek istemedik.  Fakat bilinirden bilinmez çoktur. Onunda vakti gelince hâsıl olur” 

NiyâzîMısrî’nin Çile Günleri…

Hazret- Pir, gayretkemerini kuşanmış gece gündüz nefis denilen yedi başlı ejderha ile harp ediyordu.  Bir gece şöyle bir zuhurat tecelli etti.  “ Kendisini bir aynanın içinde bir köpek şeklinde seyrediyor, köpek kendisine saldırıyor, havlıyordu. Sanki kudurmuş gibiydi. O sırada Hazret-i Allah’ın ikramı ile birlikte şeyh-i Azizi yanına gelmiş, o vahşi köpeğin boynuna zincir vurmuş, Hazret-i Niyâzî de rahat bir nefes almıştı.”    Rüyası nihayete erince dehşet içinde uyandı. Kan ter ve gözyaşı içinde kalmıştı.  Bir parça kendine gelince tefekkür deryasına daldı. Düşünmeyebaşladı. Aynadaki köpek Nefs-i Emmaresiydi.  Bu saldırgan ve azgın köpekten ancak Allah’ın izni ve şeyhinin terbiyesi ile kurtulabileceğini biliyordu.  Nitekim öyle de oldu. İleri de nefsiyle olan bu çetin mücadelesini kendisi şöyle dile getirecekti.  “Adâvet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ( Kimseyle düşman olma, sana düşman olarak kendi nefisin yeter. Ki nefsin ömrünün sonuna dek senden ayrılmaz.)”   

Nefs-i Emmareden – Vuslata…

NiyâzîMısrîHazretleri, 1647 senesinden 1656 tarihine kadar Ümmî Sinan-ı Veli Efendimizin yanında ilm-i Ledün tahsili gördü.  Tekkenin, insanların hayvan ve nebatın hizmetiyle meşgul oldu.  O bu dokuz seneyi nefsiyle cenk ederek geçirdi. Pek çokta halvet çıkardı.  Hiç yılmadan ve yorulmadan sürekli mücadele halindeydi. Manen terakki ettikçe zikir ve açlığın şiddetini de arttırdı.  Bu arada Mürşidi Azizi ona, nefisine dokunacak çeşitli hizmetlerde vermeye başladı.  Bazı günler,dergâhın mutfağına, sırtında odun, buğday veya kırbayla su taşıyordu. Sırtı elleri ve ayakları yük taşımaktan dolayı yara bere içinde kalmıştı. Her nasılsa bir gün yaraların acısının dayanılmaz hale geldiği anda efendisinin yakînlerinden olan bir ihvana gizlice arkasında ki yaralara merhem ve pamuk koymasını rica etti.  O zât da görevini yerine getirdikten sonra doğruca Ümmî Sinan-ı Veli Hazretleri’ne gidip ;” Azizim!Mısrî bendenizin sırtı buğday, su ve odun taşımaktan yara olmuş. Bu kadar zahmet ve meşakkate sabır ve tahammül, kemâle erdiğine delildir.  Lütfen artık İcazetnamesini ihsan buyurun “  diye rica ve niyaz etti.  Hazret-i Şeyh bunun üzerine “ doğrudur. Mısrî’nin kemale geldiğini bende bilirim.Fakat onun bizden alacağı bir şey vardır. “  dedi.  Hazret-i Pir, dokuz sene süren Seyr-u süluku sırasında her ne kadar memleketi Malatya’ya gidip baba ocağını ziyaret etmek istediyse de, efendisi “ Sıla-i rahîmin henüz zamanı var” dediği için gidememiştir.

Ümmî Sinan Hazretleri, NiyâzîMısrî’yiirşadettiğinde, yanına oğullarından birini de vererek bu sefer sılaya gitmesi için izin vermiştir.Hazretin, Şeyhzâde ile birlikte Malatya’da ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Malatya’dan sonra İstanbul’a gelmişlerdir. Bir müddette burada konaklamışlardır.  Onun İstanbul’da kaldığı sırada devrinin ariflerinden Oğlan Şeyh veya Olanlar Tekkesi Şeyhi diye bilinen İbrahim Efendi Hazretleri ile tanıştığını da kaynakların verdiği bilgiler sayesinde öğrenmekteyiz.  Nihayet İstanbul’dan dönüş zamanı gelir ve Elmalı’ya doğru yola çıkarlar.  Efendisin den uzun zaman ayrı kalmak kendisinin pak gönüllerinde derin yaralar açmıştır. Azizine duyduğu derin hasretin ağırlığı ve dayanılmazlığı içerisinde şu nutk-ı Şerifi yazmıştır.

“Dost illerinin menzili key âli göründü, Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü

Tûtîleresükkerbâğının zevki erişdi, Bülbüllerecânân gülünün dalı göründü

Mecnûn gibi sahrâlarıağlayıgezerken, Leylî dağının lâlesinin alı göründü         

Ten yâkub’unun gözleri açılsa acebmi, CânYûsuf’unun gül yüzünün hali göründü

Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî, Şimdidengerü hal ehlinin ahvali göründü"  

Bu şiirini kendi hattıyla defterine kaydeden NiyâzîMısrî Hazretleri  “Azizim Ümmî Sinan Hazretleri’ni ziyarete giderken Elmalı göründükte tulû etmiş idi.” Diye bir açıklamada bulunmuştur.  Tasavvuf erbabı ve Divan Edebiyatı uzmanları bahsi geçen şiir hakkında açıklamalarda bulunmuşlardır.Onlardan biri de Sayın Mustafa Tatcı Beyefendidir. Nutk-u Şerif hakkında şunları söylemiştir. 

“Bu nutk-u Şerifteki Elmalı kelimesini ikiye bölüp Mürşid-i Hakikinin elinden alınacak olan sır anlamında “El- Malı” şeklinde okumak gerekir. Zira Sırrı ilahi gökten zenbîlleinmez, mürşidi Hakikinin elinden alınır”  demiştir.   Hazret-i Pir Efendimiz 1656 senesinde irşad izni alıp tacı şerifi giymeye hak kazanır yani hilafete nail olur. Kendisine meşayihin erkânı üzere törenle tâc, sancak, ridâ, tesbih, seccade ve asâ gibi emanetler teslim edilmiştir.  Hilafete layık görüldüğünde tam kırk yaşında olan hazret, Efendisine mahviyet içerisinde “ Daha noksanlıklarım tamam olmadı “  diye arz da bulunduysa da şeyhinin emrine itaate mecbur kalmışlardır.  Bilindiği gibi, enbiyâ insanları davete kırk yaşında memur olmuşlardır.  Hilafet sahiplerinin de insanları irşada kırk yaşında memur edilmeleri nebilerin ahlakına uymak içindir.

Hazret-i Mısrî, Dünyaya Dahi Sığmayan Bilge…

Hazret-i Pir Efendimiz NiyâzîMısrî, hilâfetle Uşak’a gönderilmesi kararlaştırılınca ihvanlar dan bazıları Ümmî Sinan-ı Veli Hazretleri’ne  arz ettiler ve dediler ki “ Efendimiz , Mısrî evladınızın zâhırî ve bâtınî ilimlerle kemâli meydanda iken onu Uşak’a gönderdiniz. Hâlbuki büyük bir beldeye özellikle Bursa’ya görevli olarak gönderseydiniz daha iyi olmaz mıydı? “  Şeyh Ümmî Sinan-ı Veli onlara cevaben ;” Settâr olan Allah’ın kudretiyle biz görmesek de sizler görürsünüz, bizim Derviş Mehmed Mısrî ne Uşak’a ne Bursa’ya ve nede dünyaya sığar! Büyük ve şöhretli bir Mürşid olur”  buyurmuşlardır.  Hakikaten de Hazret-i Şeyh’in sözleri tahakkuk etmiş, Hazret-i Mısrî’ninnâmıve şöhreti dünyayı tutmuştur.

Hazret, hilafet aldıktan sonra Denizli yoluyla Uşak’a gelmiştir. Uşak’ta bir camiinin hazîresinde halvete girmiş ve yoğun olarak ibadete yönelmiştir.  Bu sırada da yirmi dört saatte bir, yirmi dirhem kadar ekmekle yetinmiştir.  Bu Halveti sırasında kendisine ledünnî pek çok sırların açıldığını “İrfan Sofraları” eserinde anlatmıştır.  Hazret-i Pir, Uşak’ta sadece halifelere özgü olan “fürûât-ı Esmâ’ı”  yani ilk yedi esmâ’ın üzerine çekilen hilafet esmâ’ını, Şeyh Mehmed Uşşâkî Hazretleri’nin yanındayken tamamlamıştır.  Daha sonra da tarikat âyîn ve devrân icrasına da mezun olmuş ve bundan sonra NiyâzîMısrîHazretleri, Kütahya’ya teşrif etmişlerdir.  Şeyh Mehmed Efendi, Kütahya’nın ahalisinin kâmil bir zâtın terbiyesine ihtiyacı olduğunu şehrin maneviyatının beslenmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu amaçla hazreti, Kütahya’ya göndermişlerdir.  Kütahya ahalisi Pir Efendimizin memleketlerine teşrifinden çok memnun kaldılar. Hürmet edip kendisinden istifade ettiler. Ancak ne çare ki haset ve nifak ehli kişilerin bütün kemal sahibi evliyaya yaptıkları gibi Mısrî Hazretleri de buğz ve düşmanlığa duçar olmuştur.  Bazı kendini bilmez kişiler Hazret-i Pir’in mazhar olduğu muhabbeti ve halkın ona olan ilgisini çekemezler.  Bir takım dedikodulara başlarlar. Hazret-i Mısrî’ye intisap eden âşıklarâlimler ve müntesipler çoğaldıkça düşmanları da (Sabetayistlerin ve onların işbirlikçilerinin dedikodulara ve fitneye sebebiyet verdiklerini de kaynaklar yazmaktadırlar.  Sabatay Sevi 1 Ağustos 1626 yılında doğmuştur ve Hazret-i Mısrî Hilafet tacı giydiği 1656 senesinde 30 yaşındadır ve çoktan gizli ve şeytani planlarını devreye sokmuştur.)dedikodularını ve küfürlerini arttırırlar. Hazret-i Pir Efendimiz bu haddini bilmezlerle mücadeleye de girişmez.  Zira onların hakkı kabul etmesi mümkün değildir.  Hazret ; “ Hakk’ın hangi tarafta olduğu zâhirdir .”  diye buyurmuştur. Olan bitenlere de sesini çıkarmamışlardır.  Ancak bu azgın ve hain taife düşmanlıklarının şiddetini gittikçe arttırmışlardır.   Öyle ki düşmanları onu şehid etmek için planlar bile yapmışlardır.  Bu sıkıntılar içinde bir gece zikrullah ile meşgulken oturdukları mekânın tavanı açılmış, semâvâtın sırları kendilerine keşfolunmuştur.  Kendisinde böyle daha birçok harikalar zuhur etmiştir.  Üç sene kadar bu hallere tahammül etmişlerdir ve nihayetinde ihvânı ve dervişlerini Hazret-i Allah’a emanet ederek Uşak’a dönmüşlerdir.

Bu arada Hazret-i Pir Efendimizi derinden yaralayan mübarek kalbini parçalayan elim bir hadise yaşandı.   Ümmî Sinan-ı Veli Hazretleri âleme hizmet ile geçen doksan yıllık bir ömürden sonra 10 Nisan 1657 tarihin de Salı günü Elmalı’daki tekkesinde âlemi cemale göç etti.  Bazı kaynaklar Hazret-i Mısrî’nin, efendisinin vefat haberini Kütahya’da bazı kaynaklar da tekrardan Uşak’a teşrif ettiğinde duyduğunu söylerler. Hazret-i Niyâzî Efendimiz bir taraftan tasavvufa, tekkelere, devrana karşı olan cahillerin topyekûn saldırılarına karşı koymak için uğraşıyor bir yandan da Azizinin vefatına dayanmaya çalışıyordu.  Mürşidinin vefatıyla yıkılmıştı.  Onun bu üzüntüyle kaleme aldığı şiiri şöyledir.

“Uğradı cân yine matem üstüne, Olmaya bir nâlenâlem üstüne

Cân u dil meksûf u mahsûfoldular, Kara gün doğdu bu hânem üstüne

Feyzimin suyu yerinden od çıkar, yaraşır bana ki yanam üstüne

Yıkılıp meyhane hiç mey kalmadı, Bir eşik bulam mı yatam üstüne

Geldi şeyhimin Niyâzîtarihi, San kıyamet kopdu âlem üstüne  “

Hazret-i Mısrî, şeyhinin vefatından sonra 1661 senesi başlarında Bursa’ya hicret ederler. Bursa’da Ulu Camii civarında ki Sabbağ Ali Dede’nin evinde yerleşen hazret, bütün zamanını ihvanına sohbet etmek onlara feyiz ve neşe saçmak ilim öğretmek ile geçirmiştir.  Dervişlerini okutmuyor ya da halvet ile de meşgul olmadıkları zaman Bursa’da Ulu Camii de halka vaaz etmişler,geçimlerini temin etmek içinde mum yapıp satmışlardır.   Hazret-i Pir Efendimiz, şatafatı, debdebeyi asla sevmez mürşid olmanın,âlemehizmetkâr olmak olduğunu beyan buyururlardı. Bu yüzden de Bursa’da bir dergâh açmayı da düşünmemişlerdi.  Ancak gün geçtikçe misafirlerin dervişlerin ve ders okutulan insanların sayısı da artıyor onlara yatacak yer değil oturacak yer bile bulmakta zorlanılıyordu.Hayır, sever ve zengin dervişlerden Abdâl Çelebi ise duruma üzülüyordu.Sonunda dayanamayarak efendisine naz ve niyaz ile yalvardı. Hankâh kuralım diye ısrarcı oldu.  Hazret-i Pir, önceleri Hankâh açılması teklifini geri çevirmişse de sonun da razı oldular ve akabinde inşasına başlanılan Hankâh da 1669 tarihinde tamam oldu.   Artık bu noktadan sonra kıymetli okurlarım Hazret-i Pir’in çilesi daha da yoğunlaştı.Onunla uğraşanlar ve çekemeyenler daha da çoğaldı.

Yazım da yer yer bahsettiğim Sabetay Sevi’nin takipçileri taraftarları da Ulemanın ve devlet erkânının içine sızmayı da başarmışlardı.  Tasavvuf ehlinin ve tekkelerin aleyhine laf söz taşıyorlar aleyhe fetvalar alabilmek için de çırpınıyorlardı. 1666 yılının Osmanlı’sında meydana gelen Sıra dışı ve esrarengiz bir olay Hazret-i Pir Efendimizin insanları kurtarmak için mübarek canını siper ederek hiç yılmadan çalışmasının sebebini de ortaya koymaktadır. Gelin hep birlikte 1666 yılına gidelim ve Osmanlı Devletini felakete sürükleyen Sabetayistlerin neden olduğu olayı hep birlikte anlamaya çalışalım.  

1666 - Osmanlı’da Kıyamet Beklentisi…

Abdurrahman Abdi Paşa Tarihi’ndeki bir kayda göre 4 Temmuz 1666 tarihin de Sultan IV. Mehmet Han’ın ilginç bir hareketi yazılmıştır.  O da sultanın belirtilen günde “Melhame” adlı Yahudilerin özellikle de Sabetaycılarınellerinde dolaştırdıkları bir kitabın nüshasını yakmasıdır.  Peki,“Melhame” adlı eser de neler anlatılmaktaydı da Hükümdar hınç ve öfke ile kitabı yakmışlardır. Fiten veya Melâhim, gelecekte ortaya çıkacak kargaşa, iç savaş ve kıyamet alametlerine dair haberleri içeriğin de toplayan çalışmalardır.  Melhame kitaplarını genelde Müslüman âlimleryazarlardı. Ancak onların yazdıkları kitaplar gelecekte olması muhtemel ağır ve çirkin  olaylar hakkın da Müslümanları uyarmak ibadete gayret ve duaya davet etmek için kaleme alınmışlardır. Kuran-ı Kerim ve  Hadisi Şerifler den yararlanılarak Fiten ve Melâhim konularında İslam aleminde  müstakil çalışmalar yapan isimler ise Cafer-i Sadık, EbûMa’şer- el Belhî, Hubeyş et – Tiflisî, Nuaym b. Hammad, İbnTâvûs  ilk akla gelen alimlerdir.  Yahudilerde kendi dinlerine göre ve yine aynı isimle “ Melhame”  kitapları kalem alıyorlardı. Hatta Sabetayistler de bu konu da kalem oynatıyorlar ve bu gibi çalışmaların yayılması ahaliye korku halinin hâkim olması içinde ellerinden geleni yapıyorlardı. Abdi Paşa, IV. Mehmet Han’ın yaktığı Melhame kitabının kime ait olduğunu yani hangi Yahudi din adamı ya da tarihçisinin yazdığı konusunda bir isim vermez.  Ancak sultanın verdiği tepkiden durumun vahametini ve halkta oluşan korkunun boyutlarını da anlamamız mümkün olmaktadır.  Kaynakların izini sürdüğümüz de kıyamet beklentisi hususunun insanları huzursuz ettiğini buhranlara sürüklediğini fark etmekteyiz.  Sabetay Sevi ve takipçileri de Yahudilerin beklediği Mesih’in gelmek üzere olduğunu, Türkhâkimiyetine son vereceğine dair ümidi canlı tutuyorlar,kendilerince bildikleri hakikatleri de kulaktan kulağa fısıldıyorlardı.Sultan, SabetaySevi’nin Edirne’de sorgulanması sırasında,sırf bu yüzden pencere arkasından mahkemeyi ve konuşulanları takip etmiş, devletinin ve halkının selameti için olayların seyrini anlamak ve müdahale etmek istemiştir.  Başta Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ki Yahudiler olmak üzere, dünyanın dört bir yanında ki Yahudiler arasında artan Mesih beklentisi ve kurtuluş gününün yaklaştığı söylentileri IV. Mehmet Han’ın üzerinde ki baskı ve endişeyi de arttırmıştır. Bu yüzden de “ Melahim” kitabını tetkik etmiştir.  Croix de hatıratında padişahın Mesih, Mehdi ve kıyamet konularında meraklı olduğunu, merakının da Yahudiler arasında ki söylentiler sebebiyle olduğunu kaydetmiştir. Yazarın verdiği bilgilere göre Sultan, Kaymakam vezir Mustafa Paşa’dan olaylar ve yayılan fısıltılar hakkında detaylı bir de rapor istemiştir.  Kendisine arz edilen bilgilerden sonra da paşayı tedbirsiz davrandığı için azarlamıştır.  İşte NiyâzîMısrî Hazretleri böyle bir ortam da yaşıyor insanlara hakikatleri anlatmak İslam’ı ve insanlığı tebliğ etmek için çırpınıyordu. 

Hazret-i NiyâzîMısrî İnsanları Mevla’ya Davet Ediyor…

Hazret-i Pir Efendimiz, Bursa Ulu Camii Şerifinde, Dergâhındasohbet, vaaz zikirle meşgul oluyordu. Ancak makam mevki düşkünü sözde âlimler ve Sabetaycıların da gayretleriyle devran zikri helal midir, harammıdır, meselelerimaalesef yeniden gündeme getirilmişti. Şeyhülislam Ali Cemâli Hazretlerinin ( V: 1526)  bir zamanlar devrân hakkında verdiği müsbet fetvalar da devlet adamlarını ve toplumu kışkırtanlar tarafından görmezden geliniyordu.  Hain Vaiz Vânî Mehmed Efendi’nin, Şeyhülislam’a baskıları neticesinde 1663 senesinde tüm tekkelere kesin emirler verilmiş ve devran yasaklanmıştır.  Bu yasak 1693 tarihine kadar da devam etmiştir. Ancak MısrîHazretleri, devrân zikrini icra etmeye ve ettirmeye devam etmiş hak âşıklarını Mevla’ya davet etmekten bir an bile geri durmamıştır.  Emirlere uymadığı için başına gelmedik kalmayan hazret,  her türlü sıkıntıya göğüs gerdiği gibi dervişlerinin aşk ve şevkini de gördükçe onları teşvik etmekten de asla vazgeçmemiştir.

 Hazret-i Pir, Rusyaseferine katılması için IV. Mehmet Han tarafından Edirne’ye davet edilmiştir.  Üç yüz kadar dervişi ile sefere icabet etmiştir.  1674 senesinin Eylül ayında Edirne Ulu Camiin de vaaz kürsüsüne çıkıp insanlara dini emir ve yasakları anlatmıştır. İstikbalde devleti ve insanları bekleyen tehlikeleri de kendisini dinleyenlere tebliğ etmiştir.  Anlatılanlardan istikballeri namına endişe duyanlar hazretin, sefere katılmasının tehlikeli olduğuna vezir Köprülüzâde’yi ikna etmişler ve 16 Eylül 1674’te Rodos Kalesine sürülmesini sağlamışlardır.  Rodos sürgünü sırasında yanına görevli olarak verilen Kütahyalı Azbî Mustafa Çavuş (V: 1747)   Hazret-i Pir’in olağan üstü hallerine ve yüce ahlakına şahit olduğundan dolayı görevinden istifa edip dervişi olmuştur.  NiyâzîMısri Hazretleri Rodos’ta dokuz ay kalmış zindanda kaldığı süreler boyunca da vaktini riyazat ve ibadetle geçirmiştir.  Hazret-i Allah’ın imdadı yetişip serbest bırakıldığında (1675) ise Bursa’ya geri dönmüşlerdir. Yaşanan olayların fitne ve kışkırtma neticesinde olduğunun en büyük delili de hazretin, Rodos Sürgünü dönüşünde Bursa’ya teşriflerinden sonra Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın kendisini İstanbul’a özür dilemek için çağırmasıdır.  Hazret-i Pir Efendimiz davete icabet etmişler önce Edirne’ye sonrada İstanbul’a gelmişleridir.  Payitahtta bulunduğu sırada bir Cuma günü Ayasofya Camii şerifinde sultanın huzurunda insanlara ve hak âşıklarına vaaz ü nasihatte bulunmuşlardır.  Kürsüde yaptığı ateşli vaaz da İlahi hududu geçenlerin Allah’ın emirlerini dinlemeyenlerin hak yiyen ve kul hakkına girenlerin başına gelecek musibetleri hiç çekinmeden hain ve gafillerin yüzlerine haykırmışlardır.  Tabiatıyla bu konuşma ve yapılan tenkitler devlete ihanet eden Yahudilerle iş birliği içinde olanların hiç hoşuna gitmemiştir.  NiyâzîMısrî Efendimiz Ayasofya Camiinde ki sohbetinde cehrî zikrin ve devranın kuran ve sünnete uygun olduğunu da delilleriyle birlikte uzun uzun anlatmıştır.Öyle tesirli ve ispatlı konuşmuştur ki mecliste bulunan Sultan, başını mahfilin kafesine vurarak ağlamış “ Şeyh Efendilere izin verdim ayin-i Şeriflerini icra etsinler” buyurmuştur.(Devran ve Cehri zikir yasağı Osmanlı Devleti sınırları içerisinde tam olarak 1693 yılında kalkmıştır.  Çünkü 1687 yılında Sultan IV. Mehmet Han satılık vatan hainleri tarafından tahttanindirilmiştir. 1687 tarihinde hainler devranı tekrar yasaklatmayı başarmışlarsa da 1693 yılında, devran ve cehri zikir yasağı zamanın padişahı tarafından bir daha konulmamak üzere kaldırılmıştır.) IV. Mehmet Han’ın izin vermesiyle birlikte orada hazır bulunan Şeyh Efendiler ve dervişler Hak aşkıyla yanan gönülleri coşturmuşlar ve devran zikrini icra etmişlerdir.  Allah!Allah!Ve Ya Hay ya Hay!Zikrinin yakıcılığına dayanamayan padişahta oturmakta olduğu mahfilden çıkmış ve kendini dervişlerin arasına atmıştır. 

Bir süre daha Payitahtta kalan Hazret-i Pir Efendimiz İstanbul’dan memnun olarak ayrılmış ve tekrardan Bursa’ya teşrif etmişlerdir.  Ancak alçak hainler boş durmamışlar Ayasofya Camii buluşmasının intikamını almak için ellerinden geleni yapmışlardır ve sonunda da Mısrî Hazretlerini Limni Adası’na sürgün ettirmeye muvaffak olmuşlardır. ( Mayıs 1677)  NiyâzîMısrî , “Bu bize Allah’ın ihsanıdır “ buyurmuşlar ve on beş sene ada da sürgünde kalmışlardır.  Limnî’ninyöneticileri, hazrete her türlü baskıyı ve eziyeti yapmışlardır ancak ada halkı onun kemalâtını fark etmiş ve birçok insan sayesinde hidayete ermiştir.  Köprülüzade Mustafa Paşa’nın Sadrazamlığı sırasında 1692 senesinde sürgün cezası kaldırılmış olan Hazret-i Pir Ramazan-ı Şerifin sonlarına doğru Bursa’ya geri dönmüştür.  Dergâhında hak âşıklarının irşadı ile meşgul olmuş, yolda kalmışlara karnı aç olanlara ilim taliplilerine yardım etmiştir.  Bu sırada ulema ve devletliler arasında hazret, hakkında dedikodular tekrardan başlamıştır. “Mısrî Efendi’nin dervişleri çoktur isyan edecek devleti ele geçirecek” fitnesi de kulaktan kulağa yayılmıştır.   Osmanlı tahtındaysa Sultan II. Ahmet Han oturmaktadır ve Avusturya seferi hazırlıklarıyla meşguldür.  1693 senesinde haziran ayında Hazret-i Pir İstanbul’a davet edilmiştir.  Ancak onun İstanbul’a gelmesini istemeyen güruhta hazırlıklarını yapmışlar sahte mektuplar hazırlayarak yolundan geri çevirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.  Hatta işi ileri boyutlara taşıyıp kendisini tehdit dahi etmişlerdir. Lakin Hazret-i Pir’i yapılanlar durdurmamış üç yüz silahlı dervişiyle Orduya katılmak için Tekirdağ yoluyla Edirne’ye teşrif etmişlerdir. En sonunda hainler sarayda ki adamları vasıtasıyla Sultan II. Ahmet Han’ı da NiyâzîMısrî’nin isyan edeceğine inandırmışlardır.  Bunun üzerine Padişah, hazrete Bursa’ya geri dönmesini emretmiştir.  Hazret-i Pir, Hükümdarın iradesine rağmen Bursa’ya geri dönmez. Oyunu bozmak için padişaha bir mektup yazmıştır.Amacı II. Ahmet Han’ı uyarmaktır.Kaleme aldığı namede, hünkâra etrafının hainlerle çevrili olduğunu kendisine yalan yanlış bilgiler verildiğini bunların sözleriyle hareket etmemesi gerektiğini anlatmıştır. NiyâzîMısrîHazretleri, Edirne’de Sultan Selim Camiinde halka vaaz edip hakkında söylenen sözlerin iftira olduğunu da izah etmiştir. Lakin Camii de ki sohbetin sonun da çıkışta bahçedekendisini bekleyenler Hazret-i Mısrî’ye “Sahib-i Devlet seni ister, Buyurun”  demişler ve zorla bir arabaya bindirmişlerdir. Maalesef haksız yere Hazreti Pir Ayağına pranga vurularak Gelibolu yoluyla II. Kez Limni’ye sürgüne gönderilmiştir.  ( Temmuz -1693)

Hazret-i Pir NiyâzîMısrî’nin II. Limni Sürgünü Ve Vefatı…

Hazret-i NiyâzîMısrî  , Limni’de âdetleri üzere halvet , riyazat ve ibadet ile günlerini geçirdiler . Burada da ilk sürgün zamanından kalma dervişleri vardı. Onlara Hazret-i Allah’ın isimlerini ve İlm-i Ledün okutmakla meşgul oldular.  Vefatlarından önce ki günlerde hissedecek kalplere ve tefekkür etmesini bilen akıllara da bir ibret ser levhası bıraktılar. Tarihçilerin yazdığına göre Hazret, Limni’de şehrinher yerini yüksek sesle bağırarak ve  “ Mısrî’yi bir kalbur samana kim alır” diyerek dolaşmışlardır.   Onun bu sözlerini duyan ada halkı arkasından alay ettiler ve kötü sözler konuştular.  Hazret-i Pir baktı ki tâlipbulunmaz; geri kaldığı camiinin kapısına gelip durmuş ve kendi kendine şöyle buyurmuştur “ Ey koca Mısrî, sen bu âlemde bir kalbur samana bile değmedin”   Düşmanları da boş durmuyorlardı tekrar hürriyetine kavuşur olanı biteni Hünkara anlatır korkusuyla NiyâzîMısrî Hazretlerini defalarca zehirlemişlerdi.  Zehirlendiğini kendisinin hatıratında ve bazı eserlerinde parça parça geçen bahislerde de görmek mümkündür.Hatta düşmanları o kadar azgın ve hainlerdi ki geçtiği yollara zehirli tozlar serpiyorlar elbise ve ayakkabılarına hatta yemek kaplarına bile zehir döküyorlardı.  Vefatından önceki son zehirleme emrinin Şeyhülislam Tiryakî Feyzullah Efendi’ye ait olduğunu yazan kaynaklarda bulunmaktadır.

Hazret-i Mısrî, artık ihtiyarlamış, yorgun düşmüştü.Vefatından önce ki son altı ayda insanlarla ülfeti zorunlu haller dışında tamamen kesmiş sadece evrâd ve ezkâr ile meşgul olmuştur.  İlham-ı ilahi ile birlikte 78 yaşında göçeceği günü öğrendiği günden beri de “Niyâzî “  mahlasını kullanır olmuştu. (  Niyâzî mahlasının ebced değeri 78’dir Hazret-i Pir göç vaktini keşfettikten sonra bu mahlası kullanmıştır)  son günlerinde şu nutk-u şerifi yazmış ve okuyanları da ağlatmıştır.  

“ İnile ey derdli gönül inile, Ehl-i derdin inleyecek çağıdır.

Gel tımâr et yârene sen aşk ile Yârelerinonulacak çağıdır.

Yok,karârı gönlümün bilmem neden, Kasdeder bin pâre ola bu beden

Var ise gitmek diller bu aradan, Aslınaazmeyleyecek çağıdır.

Ey Niyâzîdünyada etmez huzur, Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr

Hakk’ı anla etmeden bundan ubûr, Mevtin elçisi gelecek çağıdır. “ 

Hazret-i Pir göçtüğünde, yanındaLimni halifesi ve türbedarı Boyabatlı Şeyh Mahmud Efendi Hazretleri vardı.  NiyâzîMısrî, Mahmud Efendinin şehadetine göre son bir hafta hiçbir şey yiyip içmemişti.  Bundan sonrasını Limni halifesi şöyle anlatıyor “  Efendim Azizim önce vasiyetnamesini yazıp tamamladılar; seccade altına koydular.  Ayağında ki demirleri topladı; mübarek ayaklarının kenarına koyup kıbleye yöneldi. Bu fakir hizmetine gider, onu zikir ve ibadet halinde bulurdum. Bu çok sık vâki olurdu. Yanına vardığımda Hû Efendim, Destûr!Derdim.Azizim, asla hareket etmezdi. Bir vakit emirlerini bekleyip evime dönerdim. Böylece yedi gün ve yedi gece geçti.  En sonunda varıp halvet mahallinden içeri girdim. Mübarek yüzüne baktım ki dâr-ı bekaya teşrif eylemişlerdi. “ Takvimler 17 Mart 1694 tarihinigösteriyordu kuşluk vaktiydi.  Hazret-i Pir yaşarken zaten kurtulduğu beden kaydından tamamen çıkıp Hazret-i Allah’a kavuşmuştu.

NiyâzîMısrîHazretleri, Osmanlı İmparatorluğunun içine çöreklenmiş Müslüman görünümlü Sabetayistlerle ve zenginlik sahibi olmak ikballerini devam ettirmek isteyen sözde devletlilerle, sahte alimler ile Allah yolunda cihat etmiş ve maalesef zehirlenmek suretiyle şehit edilmiştir.

Şimdilik Hoşça Bakın Zatınıza…