Kıymetli dostlar, maalesef para baronları sentetik ilaçları tasarlayan tıp ekolünün perde arkasında ki idarecileri hatta teknoloji ile oyun firmalarının çoğunluğu film, çizgi film üreten şirketlerin büyük bir kısmı insanlığı şifa yerine zehir, ilim yerine cahillik ile tanıştırdılar ve buluşturdular. Gerçek hayat yerine ise asla var olmayan sahte sanal fiilleri, olayları bizlere yutturdular. Hastayız, şifamızı aramıyoruz, kandırılıyoruz, farkında bile değiliz çünkü yaşadıklarımızı, yediklerimizi, içtiklerimizi, içinde bulunduğumuz ortam ya da ortamları gerçek zannediyoruz. Sonuna kadar sisteme göbeğimizden bağımlıyız, uyuşturulmuşuz, maalesef kendimizden geçmiş durumdayız. Öyle ki bütün bu anlattığım durum sebebiyle de Hazret-i Allah'ın rahmet, bereket ve şifa tecellilerinden de mahrumuz. Şanlı ecdadımız Selçuklu-Osmanlı kültür çizgisinde ki tıp ilmi ve şifa uygulamalarındansa haberimiz bile yok. Sizlere arz etmeye çalıştığım ve mahrum kaldığımız şifa ve tıp ilmini Selçuklu ve Osmanlı’da hep valide sultanlar ve hanım sultanlar himaye etmişlerdir. Böylece de toplum Rahmet tecellisinin hanımlardaki yüksek tezahüründen annelik sıfatı sayesinde istifade etmiştir. Kökenbiliminde “Tıp” kelimesi Aramca da “bilgi, ilim, bilmek, anlamak” anlamlarına gelmektedir. Batı dillerine “Talisman” olarak geçen tılsım sanatı da bu kelimeden türemedir. Bu açıdan Tıp ilmi gelenekte yani şanlı tarihimizde bir sırdır ve ilimler üstü bir ilimdir. Her sır ilmi gibi de sadece ehline, hak edene, çabalayana öğretilir. Ehli olmayan zaten ne kadar çabalasa da bu sırra sahip olamaz. Yine kelimenin kökeni olarak Güney Mısır’da Luxor yakınlarında bulunan “Thebes” şehrinden alınma olduğu rivayeti de vardır. Gerçekten Mısır bilimcilerin ittifakla söyledikleri şey Thebes’te çok yüksek bir medeniyet ve ilimler olduğu gerçeğidir. Tıp ilminde de ileri düzeyde idiler. Hiyografik metinlerde ruh-beden irtibatı, enerjetik ve eterik bedenler ve ezoterik tıp hakkında çok yüksek bilgilere sahip oldukları görülmektedir. Gelenekte bütün ilimlerin Allah’ın katında olduğu ve ancak onun izni ve öğretmesiyle yeryüzüne indiğine inanılır. Tıp ilmi de bunlar arasındadır. Allah’ın Âlim, Hakîm, Müdebbir, Şâfî ve Kahhar isimleri bu sahanın esmâ-i ilâhîyyeleridir. Bu isimlerin terkibi ve fiilleri tıp ilminin metafiziğini oluşturur. Dostlar Osmanlı şifacılığında yukarıda saydığım Allah'ın isimlerinin manasını ve doğada ki yansımalarını bilmeyene hekim denilmezdi. Rivayete göre ilk önce Süleyman peygamber ve İdris peygamberlere bu esmaların müsemmaları ve fiilleri öğretilir (oluş ve tabiata yansımaları öğretilir), ilmi verilir. Onlardan da Lokman Aleyhisselam’a intikal ettirilmesi ile bir bakıma tarikat-ı tıbbiyye’nin silsilesi de inşa edilmiş olur. Pîr-i tabîbân Lokman Hekim’dir yani demek istiyorum ki hekimlerin piri Lokman efendimizdir. Sonra da ehil elden ehil ele intikal ettirilerek silsile yoluyla günümüze kadar tıp ilmi ulaşmıştır. Bu yoldan el almayana da yani nefsini terbiye etmeyene ne hekim denirdi ve ne de bu sır verilmezdi. Hekim İslam'da ve Selçuklu Osmanlı geleneğinde, Allah’ın Şâfi isminin kendisinden çalıştığı ricalullahtır, bir din adamıdır hatta veliyullahtır. Bu yüzden İslam geleneğinde bu ilme “Tıbb-ı Nebevî” denir. Yani kaynağı nübüvvettir vahiydir. Osmanlı ve Selçuklu’da hekimler tıp ilmini hikmet kitaplarından ve kadim felsefe kitaplarından okuyarak talim etmişlerdir. Bu yüzden gelenekte ilk “hekimler” her şeyden önce “hakîm” yani filozof idiler (mesela İbn-i Sina). “İnsan nedir? Kozmoz da ki yeri nedir? Büyük âlemin yapı taşları ile mesela hava, ateş, su ve toprak ile küçük âlem olan insan arasında nasıl bir irtibat vardır? İnsan bedeninde de bulunan bu unsurların terkipleri ve dengeleri nasıl oluşur? Âlemin ruhu ile (anima mundi) insanın ruhu arasındaki ilişki nasıldır? Cisimler âlemi (âlem-i ecsâm) ile bedenler âlemi (Âlem-i Ecsâd) arasındaki ilişki nedir? Bütün bu ilişkiler ağında bir sorun oluşması hastalığın başlangıcı mıdır?” gibi sorular bu konunun ana sorularıdır. Sizlere arz ettiğim konu başlıklarını bilmeyenler asla hekim olamazlardı. Sonra geleneğimiz de ki bilgeler tıp sanatında tecrübelerde elde ettiler. Bitkilerden ilaç çıkarma sanatında ustalaştılar ve tedaviye başladılar. Bu bir zanaattı (ars medicina). Sizlerin de okuduklarınızdan fark edeceğiniz üzere hekimlerimiz, bilgelerimiz bitkiler âlemini ve madenler âlemini tanımadan bunu yapamazlardı. Bu âlemler de sır ilimlerindendi. Yani bitkilerin sırları vardı. Hangisinin neye şifa olacağını nereden bileceklerdi? Dağlarda bayırlarda dolaşırken bitkilerle manevi iletişime geçtiler. Bazı bitkiler kendilerini onlara tanıttılar. Bazılarınız (pozitivistler, materyalistler ve ilahiyatçılar) bunlara gülebilir ama bazı bitkiler zahiren, bazıları da o kişinin rüyasına (nübüvvetten bir cüzdür) girerek bu bilgileri onlara verdiler. Bugün dahi böyle kimseler var. “Bu halk içinde bize gülen var. Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun, Gâfil ne bilsin, Hakk’ı sevenler var” diyerek, “sordum sarı çiçeğe” ilahisiyle çiçeklere sormaya devam ediyorlar. “çiçek de dedi derviş baba…“ diye anlattıklarından da bizler istifade ediyoruz. Hasılı bitkilerin de sırları vardır ve ezoterik botanik ilmini bilmeyi gerektirir. Hayvanların sırları vardır, ezoterik zoolojiyi bilmek gerekir. Madenlerin sırları vardır, ezoterik jeoloji, gemoloji ve kadim kimyayı (simya) bilmek gerekir. Bütün bu ilimlerden sonra geleneksel hekimin aynı zamanda görücü olması yani tarama yapabilmesi gerekir (Medical insider). Şamanlarda olduğu gibi bazı aracı varlıklar (elemanteller) kullanarak hasta organa ulaşıp durumu hakkında bilgi alabilmelidir. Daha fazla üfürükçülükle itham edilmeden yönteme dair bir konuya temas etmek istiyorum. Bugün İslam dünyasında “Tıbb-ı Nebevi”yi tanımlamakta bir problem görüyorum. Nebevi Tıbbın esasları yukarıda kısaca izah ettiğim gibidir. Bu Hz. Peygamberimizden nakledilen sağlıkla ilgili hadisler ile zenginleşir, takviye olur. Yani sadece o hadisleri nakletmek ile Tıbb-ı Nebevi’yi ihya etmiş olamazsınız. Öyle yaparsanız İlahiyat Fakültelerindeki Hadis Anabilim Dalı’nı ilgilendiren bir çalışma yapmış olursunuz, o kadim tıbbı inşa etmiş olamazsınız (Esasında İlahiyat ilimlerinin tamamı böyledir diyelim ve geçelim). Bir diğer kavram da “İslam Tıbbı” kavramıdır. Harun Reşid döneminde yaptırılan tercümelerle inşa edilen aslında evrensel tıp ilmine Müslümanların yaptığı katkılar, şerhlerdir. Kişiler değil de din adını kullandığımızda özgünlüğünü ortaya koymamız lazım batı da hekimlerin yetiştirilirken kendi kadim kitaplarını yani kilise, manastır ehlinin çalışmalarını okuduklarını ve hatta başkalarının onlara yazdığı açıklamaları da okuduklarını sözlerime eklemek isterim. Doğrudan dini kaynaklarımızdan alınan ve başka bir kaynakta yer almayan hususi bilgiler olması lazım ki ona İslam’a özgü tıp diyelim. Böylesi var mı? Evet var. Bazı Muhammedi şifacılarda bunları görmekteyiz. Bununla beraber Unani veyahut Yunani denilen tıp da tıpkı Yunan Felsefesi denilen konu gibi kökleri doğu ve Mısır olan bilgeliklerin yazıya geçirilmesinden ibarettir. Yani kaynağı Hikmetü’l-meşrıkiyye’dir. Bu açıdan Geleneksel tıbbın bir parçasıdır. Peygamber (A.S) Efendimizden nakledilen sağlıkla ilgili hadislere ilaveten adına “Tıbbu’l-Eimme” denilen bir dal daha vardır ki bazı doktor ya da araştırmacı arkadaşların haberi olmayabilir. Bu kaynaklarda ise 12 imam hazeratının yine sağlıkla ilgili sözleri yer alır. Hipokrat yemininde de olduğu gibi hekim din, mezhep, ırk vb. gibi kayıtlarla konuya yaklaşmaz. O açıdan o kaynaklardan da sağlıklı olabilmek adına istifade etmemiz gerektiğini de dikkatlerinize sunarım. Tabii ki tıpkı Tasavvuf ilminin İslam kaynağının ruhunu veriyor olması gibi “Sufi Tıbbı” denilen bir alan da vardır ki belki işte buna özgün İslam Tıbbı diyebiliriz. Zira kaynakları tamamen dinin maneviyatıdır. Bu konuda azımsanmayacak kadar büyük bir literatür bulunmaktadır. Meraklısına sadece bir tanesinin adını vermek istiyorum. Biri tabip (Doç. Dr. Z. Arzu Yegin) diğeri tasavvuf tarihçisi (Prof. Dr. Hülya Küçük) iki kadın akademisyenin bir araya gelerek yaptıkları disiplinler arası ortak bir çalışma, tasavvuf ve tıp adında (Ensar Yay. İst. 2016). Bu teorik tasnifin yanı sıra Orta Asya Tıbbı, Hint Kıtası Tıbbı, Malay Adaları Tıbbı, İran Tıbbı, Anadolu Tıbbı, Arabistan Tıbbı ve Afrika Tıbbı diye İslam coğrafyasındaki yerel tıp tecrübelerinden de istifadeyle bir tasnif daha yapılabilir. En sonunda ise bu kadim geleneği muasır yani yeni tıbbın gelişmeleriyle de entegre etmek, bütünleştirmek suretiyle elde edilecek bir sinerjiden bütün insanlığın şifa bulması için çalışmalı ve dua niyaz etmeliyiz zira cinnet eşiğinde ki insanların sayısı her geçen gün artıyor, hastalıklarsa gün geçtikçe fazlalaşıyor. Üstelik hastalıklardan kurtulup tedavi olan ya da halinden memnun olan kişi sayısı da fazlalaşan kötü durumların aksine giderek azalmaktadır. Bu manada “Lâ Şâfî İllallâh” Allah'tan başka şifa verecek olan yoktur anlayışıyla insanlığın kurtuluşu için tıp ilmine yeniden bakmak ve hatta tıp ilmini yeniden keşfetmek gerekmektedir. Kıymetli dostlar, sizlere arz etmeye çalıştığım mevzunun başka yönleri de bulunmaktadır. Yüzyılın başlarında ülkemizde gerçekleştirilen dönüşüm basit bir siyasal veyahut bürokratik dönüşüm değildi. Esasında olan köklü bir zihniyet dönüşümüydü ve diğer sahalarda olan biten de hep bu zihniyet dönüşümünün uzantısı idi. Buna hazırlık olarak hemen öncesi dönemde Batı çevrelerinden memleketimize giriş yapan bazı materyalist fikirler ilk olarak Tıbbiyye ve Harbiyye öğrencileri arasında taraftar buldu materyalist fikirleri benimseyen öğrencilerin hizmet ve merhamet şefkat abidesi Sultan Abdülhamid Hazretlerine isyan ettiklerini de sözlerime eklemek isterim.  Maalesef harp sanatını salt mühendisliğin bir alt dalı olarak görmek ile insan bedenini salt mekanik bir saate benzetmek aynı zihniyetin bu iki sahaya yansımaları oldu. Bugün ülkemizde karşılaşmakta olduğumuz gelenek karşıtı her oluşum tohumları bu yüzyılın başında atıldı. Bendeniz ülkemizin 100 yıllık yönelimlerini bütün sahalarla paralel okuma taraflısıyımdır. Özellikle tıpta ki bazı yaklaşımlar ve gelişmeler ile İlahiyat ilimlerindeki bazı yaklaşımları beraber okumamız gerektiğini de önermek isterim. Tıbbiye ve harbiye bilim sahaları ne kadar birbirine uzak olsalar da aynı zihniyetten etkilendiyseler bugünkü din ve ilahiyat anlayışımız dahi bu zihniyetin bir uzantısı olmaktan kurtulamadı. Mesela bir resmi konvansiyonel tıp anlayışımız vardır; rasyonalist, pozitivist, zihinci ve metinci. Bir de geleneksel halk hekimliğimiz var. İlk guruptakiler bunlara koca-karı ilaçları, üfürükçü, cinci hoca işi derler. Bir de konvansiyonel ilahiyat anlayışımız vardır. O da benzer şekilde rasyonalist, pozitivist, zihinci ve metinci. Bir de geleneksel dindarlığımız vardır. İlk guruptakiler bunlara aynı tıpçıların yukarıda kullandığı tabirlerle itiraz ederler. Mamafih her iki sahanın ikinci tarzı “yasaklanmış” olduğu için her türlü suiistimale ve sahtekârlığa da açık hale gelmektedir. Birinci tarz her türlü eğitimini ve örgütlenmesini serbestçe ve de destek görerek sürdürürken diğeri bundan mahrumdur zira yasaktır. Bu durumda merdiven altı bitkisel sağlık ürünü üreticileri ne kadar sahih ise bu şekildeki din ve maneviyat üreticileri de o kadar sahihtir. Yani aynı sahtekârlar her iki alanda da vardır ve olmaya devam edeceklerdir. Çünkü bir tarafta inkâr edilemez evrensel bir gerçek var. O da bazı hastalıklara modern tıp ve kimyasal ilaçlar, yaklaşımındaki arızadan dolayı çözüm bulamıyor ve hatta bizatihi hastalığın kaynağı olabiliyor. Bunu günümüzde itiraf eden pek çok yerli ve yabancı insaf sahibi doktorlar dahi bulunmaktadır. Aynı şekilde dini salt zihni ve toplumsal bir fenomen olarak gören ilahiyatçılar ile kasabalı din görevlilerinin temsil ettiği din anlayışının insanın manevi arayışına cevap veremiyor. Köklü çözüm sunanlar ise kabul edilmediği için her iki alan da sahtekârların piyasası olmaktadır. Oysa bu sahtekârların hepsinin gelenek ile uzaktan yakından alakaları yoktur. Oysa bugün Çin, Hindistan, İran, Azerbaycan, Endonezya gibi bazı geleneksel değerlerin hala yaşamaya çalıştığı toplumlarda halkın geleneksel tıp bilgisi o kadar yüksek ki bu sayede hastaneye başvurma sayısı azalmakta ve ancak çok ileri ve uzmanlık isteyen vakalarda gidilmektedir. Zira hasta olmadan evvel sağlıklı olmak nedir o öğretilmektedir. Bu ülkelerden mesela Çin’in Zhōngyī tıbbı, Hindistan’ın Ayurveda tıbbı, İran’ın Tıbbu’l-E’imme ve İbn Sina Tıbbı, Endonezya’nın Jamu’su insanlar tarafından hala müracaat edilen sağlık yöntemleri olmaktadır. Konvansiyonel tıpta ilerlemiş ileri sanayi ülkelerinin tıp fakülteleri ve toplumlarında dahi bugün artık yüzlerce geleneksel tıp uzmanı çalışmaktadır. Kimse artık bunlara üfürükçü falan dememektedir. Tabii ki çok sıkı denetimleri vardır. Gerek Çin ve gerekse Endonezya’nın bitkisel tıbbi üretim ihracatlarının dünya pazarında ne kadar güçlü yeri olduğunu internetten ya da kitaplardan araştırabilirsiniz. Aziz dostlar, en köklü mirasa sahip geleneksel Çin tıbbını yaşadığı Maoist devrim bile tahtından edemedi. Bugün artık Pekin Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden iki kol var. İsteyen öğrenci konvansiyonel tıp eğitimi ve diploması almakta, isteyen ise geleneksel Çin tıbbı eğitimi ve diploması almaktadır. İkisinin de tedavi yapma ve ilaç yazma yetkisi vardır. İsteyen de çift dal yapabilmektedir ama bunun çok zor olduğunu söylemektedirler. Böyle bir eğitim bizde de mutlaka olmalıdır ki insanlar şifa bulabilsinler ve ilaç tekeli yıkılsın, insanlık kurtulsun. Geleneksel Müslüman dünyada tıp ilminin hekimlik kısmı dini ilimlerle beraber tahsil edilip ondan sonra beden ilmine (ilmu’l-ebdân) geçildiği için hemen hemen bütün hekimler aynı zamanda din adamları olurlardı. İbn Sina hazretleri de bu geleneğin zirve şahsiyeti idi. Dostlar bilmenizi isterim ki Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir hekim tayin olduğu yerde önce dağları, taşları inceler, rüzgârın nereden estiğine, suyun kalitesine bakar, kısaca insanoğlunun yaşadığı yeri enine boyuna araştırırdı. Amaç insanların hastalanmaması için gerekli tedbirleri almaktı. Uyku saatinden sıcak bastığında ne içileceğine, hangi sporun yapılması gerektiğinden hangi yiyeceklerin bir arada yenilmemesine kadar her şeyi hekimler belirlerdi. Kişinin yediklerini iyi hazmetmesi ve kabız olmaması da çok önemliydi. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayten Altıntaş, “Osmanlı Hekimlerinin Sağlık Kuralları” adlı kitabında, günümüzde hala geçerli olan Osmanlı sağlık kurallarından şu şekilde bahsediyor: “Osmanlı hekimlerinin yüzlerce kez söyleyerek öğrettiği şey kaliteli gıdalar yemektir! Geç kahvaltı, erken akşam yemeği olmak üzere günde iki öğün beslenmeyi tavsiye ediyorlar. Karnınız acıktığında yemeğe oturup, tam doymadan kalkacaksınız sofradan. Neden yemek yiyoruz? Vücudumuza enerji yüklensin ki beynimiz çalışsın. Otomobilin benzine ihtiyacı ne kadarsa bizim de gıdaya ihtiyacımız o kadar. Ama insanız ve gıdayı baş tacı yapmışız, hayatımızın tek şekli. Vücut fazla gıdayı atmak için çok çalışıyor. Karaciğer, böbrek, her organımız çok çalışıyor ve ihtiyarlıyor. Bugün zayıflamak için uygulanan metotlardan biri de sık sık yemek. Eski Osmanlı metoduna göre sık yemek vücudu yaşlandırır. Ama bugünkü amaç zayıflamak, organların genç kalmasına yardımcı olmak değil! Eskiden Osmanlı’da sofraya sadece kaşık konulurdu çünkü yemekler hep suluydu. Hazmı kolaylaştırıcı çorba, sulu yemekler yapılırdı; amaç midenin hazmına yardımcı olmak. Mesela bugün meyveyi kabukla yiyoruz, mide perişan oluyor. Osmanlı hekimleri bunu da önermiyordu. Hoşaf geleneği de buradan geliyor. O dönemde hekimler, meyvenin topladıktan hemen sonra yenmesini tavsiye etmiyordu. Çünkü meyve tam olgunlaştığında insana yararlı olduğunu biliyorlardı. O dönemlerde hastalık ve kanser olmaması da Osmanlı hekimlerinin doğru yolda olduğunu hakiki tavsiyeleri bizlere söylediklerini ispatlamaktadır. Osmanlı şifa ilmi bugünkü gibi değildi. Bütün ömrü boyunca hastalanmayan insanlar vardı toplumda çünkü doktorların vazifesi sadece insanların hasta olanlarını tedavi etmek değil hasta olmalarını önlemekti.  Hastalanmak zaten bu yüzden Osmanlı toplumunda az görünen bir şeydi. Bunu da arşiv belgelerinden hekime gidenlerin sayısına bakarak anlıyoruz. Dostlar, Osmanlı tıbbında uyku sadece dinlenmek için değildir. Yediğimiz gıdanın tam hazmedilmesine yardımcı olması içindir. Normalde önce sağ, sonra sol tarafa yatmalısınız. Bunun nedeni midenin üzerine karaciğerin gelmesini sağlamak. Böylece midenin içindeki artıklar onun sıcaklığıyla temizlenecek. Sırtüstü yatmak unutkanlık yapar. Çünkü kan arkaya gidiyor, beyni çalıştıran ön beyin. Önemli olan kanın dolaşması. Unutkanlık başladıysa yüz üstü yatacaksınız ki beynin ön tarafına kan gitsin. Osmanlı doktorları insanlara hep bunları anlatmış ve öğretmişlerdi. Aziz dostlar şeker, eskiden şeker kamışından üretilirmiş. Eskiden şerbetler ilaçmış. Kızılcık şerbetini içerseniz kabız olursunuz, gül şerbeti ise bağırsakları yumuşatır. Asla keyif için içilmez yani Osmanlı hekimleri şerbetleri insanların ihtiyaçlarına göre tavsiye ediyorlardı. Osmanlı hekimleri bu önerdikleri tavsiyelerin yapılması halinde insanların yaşayacakları manevi güzellikleri de insanlara anlatıyorlardı ve diyorlardı ki: "İnsanın gördüğü rüyalar daha güzel, renkli, canlı olur, bedeni hafifler, beyni çok hızlı çalışmaya başlar. Bu noktaya gelen insan içinse ilim öğrenme ve Kuran-ı Kerim ezberleme zamanı gelmiştir. İnsan yaratılış kanunlarını anladığı ölçüde sağlıklı ve doğru yaşama imkânı bulur. Büyük âlimler bitkilerin zikrini işitirdi bunun bir sebebi de temiz, kaliteli ve sağlıklı besin almaktır. Bir bitkinin zikri hangi organda zikir üretimini artırıyorsa o organ için şifalıdır." Kıymetli dostlar sağlık sadece yediğimiz, içtiğimiz gıda ve besinlerle ilgili değildir okuduğumuz ya da seyrettiğimiz görsellerle yani beynimize yerleştirdiklerimizle de ilgilidir. Örnek vermek gerekirse Japonya’da 1997’de "Pokemon" çizgi filmini izleyen 700 çocuğun epilepsi nöbetleriyle hastanelere getirildiğini de sizlere arz etmek istiyorum. Aziz dostlar "Yemek onlar için bir ceza, bir ağ, bir tuzak ve bir pranga olacaktır." Hazret-i Davud Efendimizin sözüdür ve  çok önemlidir zira her bir organ sadece kendisine ait olan titreşimde çalışır. Dinimiz bunu "her organın kendisine ait bir zikri vardır" şeklinde bizlere anlatmıştır. Bugün dünyada doğal olan her şeyi yok etmek ve hayatı yapay hale getirmek için global bir çaba harcanmaktadır. Bizlere düşense doğru bir şekilde bilinçlenerek ve doğru bir şekilde yaşayarak global çeteyle mücadele etmektir. Aziz dostlar yazıma sizlere sağlıklı yaşamak için Osmanlı İslam tıbbının çok önemli bir tavsiyesini arz ederek bitirmek istiyorum. "Su molekülleri enerji bağıyla birbirine bağlanarak kristal bir kafes (fraktal klaster) oluşturur. Molekülleri bir arada tutan bu enerji bağı, dışarıdan gelen olumlu veya olumsuz etkilere açıktır. Suyun hafif ya da ağır olması, bu enerjinin pozitif ya da negatif olmasına bağlıdır. Bu yüzden içtiğiniz suyu elma veya nane ile tatlandırın ayrıca da ona Kur'an'ı Kerim den ayetler okuyarak şifalandırın. Yeryüzündeki bütün canlı sular gibi vücut sıvılarındaki fraktal klasterler de varlığını devam ettirmek için düşük frekanslı enerjiyle beslenme ihtiyacı duyar. Bu enerjide bizlere ibadet, kutsal kelimeleri ve duaları tekrar etmek, pozitif düşünce ve davranışlar, eş, aile, evlat, komşu, insan, hayvan ve bütün yaratılmışların sevgisiyle ve güzel manzara, kuş sesleri, deniz, akarsu, ağaç ve çiçeklerin yaydığı zayıf elektromanyetik alanlarda oturarak ve istirahat ederek sağlanabilir." vesselam.