‘Aşk nedir?’ diye sorduklarında ‘Ben ol da
bil’ demiş aşıkların piri Mevlana. Ve ‘Aşkın şerhi için ne söylemişsem aşk başıma gelince söylediklerimden utanırım’ diye devam etmiş.

Kısır kelimeler içinde dönüp durmak, bir türlü adını koyamamaktır
işte aşk. Başına gelince söylediklerinden utanmak, hâyâ içinde kıvranmaktır.

Bir Fatiha’dır kimi zaman. ‘Hamdım, piştim, yandım’ derken; aşkı tadınca yaşamaya başladığını, hayata aşk kapısından girdiğini söylemiyor mu Mevlana? Demek ki bir fatihadır aşk. Başlangıçtır. Önceki bütün duyguları reddedip yepyeni hasseye râm olmaktır. Hayatın öncesine nokta koyup sonrasına başlamaktır.

‘Dünyada ne varsa üç harf beş nokta... Ayın, Şın, Kaf’ diyor yine aşkın sultanı. Evet bir lisandır aşk. Maşuk’un asla anlamadığı, tek taraflı konuşulan esrarengiz bir lisan. Aşığı çırpındıran, anlaşılmak için kasıp kavuran

bir yangın ve ifadelerin yetmezliği, lügatlerin kifayetsizliği içinde bütün tabirleri alt-üst eden bir lisan. Öyle bir şey ki anlatanı da anlayanı da aynı insan.

Haddin haddini yıkmak, sınırları zorlamaktır. Ben’i çoktan aşıp Sen’de can bulmaktır. Baş vermektir bir bakıma, serden geçmektir. Serden geçip ‘Enel Hakk’ın sırrına ermek, Hallac-ı Mansur’a hak vermektir. Canından, başından geçmeyen kişinin sevdiği kendisidir aslında. Kendisidir ki kendisinden vazgeçemez. Kendisini kaybetmek istemez.

Aşk, sevgilinin yüzündeki gizin adıdır. Önemli olan suretten sirete inmek, öze nüksedip, o özde yitmektir. Ve özdeki o gizi sezebilmek, Bir’i bulabilmektir. Kesretten sıyrılıp, Vahdet’e erebilmektir.

Ve bir temizleyicidir aşk... Aşık’ı benliğinden arındırarak göz yaşlarına boğan...

Ve durulmayan gözyaşıdır... Bir defa damladı mı bir daha asla dinmeyecek olan...