İnsanoğlunun buharı zapturapt altına alıp, ürettiği nano ölçekte makinalarla maddeye hükmetmeye başladığı günümüze kadar neredeyse iki yüz elli yıl geçti.

Bu sürede, bilgiyi kullanan toplumdan bilgiyi üreten düzeyde nitel ve nicel değişime uğramayan hiçbir toplumsal kurum da kalmadı. Ve bu süreçte bireylerin hayatı anlamlandırma tarzı da fiziki ve sanal sınırları aştı ve değişimden nasibini aldı.  

Tüm sosyal kurumlar; Aile, Hukuk, Eğitim, Siyaset, Din, Ekonomi, Sanat kurumları daha çok tartışılı, daha çok sorgulanır durumda etkileşime girdiler.

Tarih cetvelinde on yıllar aralığında görebildiğimiz olaylar daha kısa zaman aralıklarında yer almaya başladı. Dünyanın dönüş hızı, dünyadaki değişim hızından daha yavaş seyretmeye başladı. Sabah kalktığımızda karşıladığınız dünyayı akşam güneşinde farklı bir dünya olarak uğurluyoruz.

Bu hızda sadece dünya dönmüyor, insan olarak başımızı döndürüyor, kültürleri sarhoş ediyor. Bu hızın merkezkaç kuvvetinin etkisiyle değerler, kültürler, toplumlar ve bireylerden değişim hızına ayak uyduramayanlar kimi geleneğe kimi geleceğe savrulup gidiyor.

Bir yandan değişimin tetikleyicisi Batının bilimsel fikirleri ve kurumları benimsenirken diğer yandan aynı tetikçinin dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalist güçlerine karşı mücadele etmek zorunda kalan toplumlar travmatik bir ikilem yaşıyor.

Batının ve doğunun övgüye ve sövgüye layık olan yönlerini ilgililerine bırakıyorum.

Benim üzerinde durmaya çalıştığım ve anlaşılmasını istediğim, teknolojik buluşları ve bilimsel gelişmeleri belgesel tadında, koltuğumuza oturup “ağzı açık hayran hayran ve ayran ayran” izlerken, teknolojiyi ve üreten toplumların, teknolojiyi ve bilgiyi tüketen toplumların kültür hanelerine düşünce ve kimliklerine de kaçınılmaz olarak misafir olacağı ve belki de ev sahipliği iddiasına kalkışacağı gerçeği. Ve kaçınılamaz etkisine teslimiyetimiz. Nasıl mı?

Televizyonu misafir aldık, evimizin başköşesinde oturmuyor mu? Biz her gün işimiz için evimizden çıkıp giderken o bizim kendisine lütfettiğimiz yerden evimizde bitmek bilmeyen sohbetine, bize pazarlamak istediği dünyalara davetine devam etmiyor mu?

Telefonu elimize misafir aldık, vedalaşıp onu kapı girişinde bırakabilen var mı? Çocuğumuzun elinden değil de neredeyse 24 saat onun elinden tutmuyor muyuz?

Çamaşır makinasının, bulaşık makinasının, buzdolabının misafirlikten ev sahipliğine terfi etmediği ev var mı? Eve gelinden damattan önce girmedi mi?

Telefonunda internet bağlantısı kesilince, telefonunun şarjı bitince, oksijensiz kalmış balık gibi çırpınmayanımız, denizaltında mahsur kalmış gemici gibi olmayanımız var mı?

İlaç, kimya ve tıp mühendisliğinin harika ürünlerinden ilaçlar, kimyevi tozlar, sıvılar evimizde ev sahipliği yapmıyor mu?

Eşimizin dostumuzun sohbetine 5 dakika tahammül edemezken, Hollywood filmlerinin subliminal vaazlarını dinlemek için saatlerce uykumuzdan feragat ettiğimiz günlerde ev sahibinin kim olduğunu düşünüyoruz ki?

Buraya kadar teknolojik gelişmelere karşıymışım gibi anlaşılmak istemem. Hemen bir reklam panosunda gördüğüm şu ifadeyle savunmamı yapayım: “Aslolan teknoloji değil, onunla ne yaptığındır”.

Değişimin ürettiği felsefenin güzel sanatlara yansıyan kültür tohumları, beyaz perdeden zihinlere ekilen, sınırsız tüketimi kamçılayan yaşam tarzıyla, hali hazırda yaşadığı hayat tarzından hangisinde daha mutlu olacağına karar veremeyen doyumsuz, huzursuz aile ikilemi yaşanmıyor mu?

Kolundaki saatinden, otomobiline, bindiği uçaktan akıllı telefona varıncaya kadar kullandığı yüksek teknolojiye muadil üretim yapmak yerine, sofrasındaki bilmem ne marka sıvının sahiplerine karşı, yeni bir marka ve kalite üretmeyen üretici ve tüketicinin teknolojinin kimliğini ve dünyaya bakışını etkilenmediğini söylemesi mümkün mü?

Batı menşeli düşüncenin ve bilim adamlarının toplumu süzen ve çözen düşünce odaklı, akıl temelli yapıtlarına atıf yarışı yapma zorunda kalan,  300 yıldır ilk 100 bilim adamı arasında olamayışımızın derdini dert edinemeyen düşünürlerimiz ve bilim adamlarımızın, bilgiyi üreten kaynaktan yararlanırken ondan etkilenmediğini söylemek mümkün mü?

Bu ikilemde insanlığı evrensel değerlerle bir arada tutarak, yaratılış gayesine; “beşer” sıfatından “insan” sıfatına yükseltme hedefi olan bir medeniyetin mirasçıları olarak şu sorulara cevap aramamız gerekiyor:

  • Biz ne zaman bu ulvi hedeften uzaklaşıp, günü birlik beşer girdabına kürek mahkûmu haline geldik?
  • Ne zaman  “âlemlere rahmet olarak gönderilen” evrensel hitabın “kızıl elma” ruhundan uzaklaşıp, onu kolonileştirdik?
  • Ne zaman “iki günü eşit olan ziyandadır” ilkesinden uzaklaşıp ziyan tarafındaki günlerin kazaya bıraktık?

 

Hemen şunun altını çizelim; İslâm Medeniyeti çoğu insanın zannettiği gibi sadece bir “din” medeniyeti değildir. İslam medeniyeti, bugün Genel geçer, bütün dünyaca kabul edilmiş bilimsel, teknolojik ve düşünce alanında geliştirilmiş, (Batıdan, doğudan, kuzeyden güneyden) insan odaklı, insanlık odaklı her ne var ise tamamını da için alan çok daha yukarıda bir medeniyet tarzıdır. İnsanlık yüceldikçe ona yaklaşacaktır.

İslam Medeniyeti o kadar saf ve o kadar temiz ve o kadar mukaddes ki belki bu yönüyle de bütün halinde ruhuna bakıldığında bize çok açık bir uyarı var. “..Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”.

Bilimsel değerinin olup olmadığı tartışılsa da içerdiği anlam itibariyle önemli bulduğum bir iddiadır: “Yarış atları, binicisinin, zihninde resmettiği hedefe doğru koşar.”

Bizim birey ve toplum olarak, bineğimiz olan dünyayı, sorumluluğumuz altında bulunan çalışanlarımızı, görevimizi, işimizi, eğitiminden sorumlu olduğumuz çocuklarımızı, gençlerimizi, sanatımızı, ailemizi nereye koşturuyoruz, resmettiğimiz hedef neresi?

 

Maraş Pusula Haber - www.maraspusula.com / Yazar Nadir Yıldırım

Vakıa Suresi 79. Ayet