İki doğrudan bir yanlış çıkarmanın, yanlışı “doğru” gösterme iddiası ve ispat çabasının sembolik karakteri İblis’in kullandığı yöntemi hatırlayalım:

“Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, "Öyle ise in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Artık sen aşağılıklardansın!" buyurdu.” (Araf:12-13).

İblis, iki doğrudan (gerçekten) yola çıkarak batıl gerçekliğini nasıl oluşturdu?:

- “Ben ateşten yaratıldım” (Doğru)

-“Âdem çamurdan (balçıktan) yaratıldı.” (Doğru)

- O halde ben, “Âdem’den hayırlıyım” (Yanlış)

İblis, bilgiden yola çıkarak, kendi gerçekliğini ortaya koydu. İki doğru bilgi; ateş ve topraktan yaratıldığı gerçeğini ileri sürüp, araya sokuşturduğu “benliği, onun aşağılanmasının da nedeni oldu. Yaratıcısını aldatmaya, yanlışına delil göstermeye, kibrini doğru bilgi ile gizleyerek iddiasını da doğru göstermeye çalıştı.

Ateşin göz alıcı, yıkıcı ve kibirli gücünün, toprağın mütevazı, her şeyi kucaklayan hali karşısında bir üstünlüğü olmadığı gerçeğine rağmen,  bu iddiası İblis’in tekebbürüne tabi olan benliğinin ürettiği kendi gerçekliği idi. Oysa ilmin de âlemin de ateşin de toprağın da bütün bilgilerin de yaratıcısı, onlara ait tüm bilgilerin, hakikatin ve hikmetin de sahibi olan Allah’tır. Ne ateşin toprağa ne de toprağın ateşe üstünlüğü yoktu.

Her gün gerçekler ve kendi gerçekliklerimizle baş başayız. Onlarla düşünüyor, hareket ediyor, olup bitenler hakkında kararlar veriyor ve bir sonuca ulaşıyoruz. Bütün bunları “akıl ve duygu” gözümüze takılan, görmek istediğimiz ya da görmemiz istenilen, onları anlamamıza yardımcı olan, “hafızamız” ve “gerçek” arasında beliren yeni ‘gerçekliğimizle’ yapıyoruz. Bir zamanlar, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeği yerine, onun düz olduğu gerçekliğine inanmamız gibi. Çünkü Dünya bize gerçekten düz görünüyordu. Çünkü o güne kadar zihinlere işlenen mitolojik öyküler, hafızalara ve akla böyle fısıldıyordu.

Evrenin sırları Âdemoğlu’na hakikatleri ve gerçekleri cömertçe sunarken, diğer yandan insanoğlu kendi gerçekliğini de oluşturmaya başladı. Geçen yüzlerce yılın ardından iki farklı medeniyet doğdu:

Birincisi gerçeklerin (hakikatin) farkında, kültür hazinesine, hikmet karakterli zenginlikleri de katarak yüzyıllarca yaşayan yüksek medeniyetler kurmayı başaranlar.

Bu toplumlar, bilim ilerledikçe evren, tüm ihtişamıyla çabaları nispetinde onların “önünde eğilip” yaratılış gayesine uygun sırlarını açmaya başladı. O toplumlar gerçeği, edebiyat ve sanatla süsleyerek daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerle donattı. Bunu yaparken gerçeğin varlığını inkâr etmedikleri ve gerçekle barışık gerçeklikler oluşturdukları için de huzurun ve mutluluğun da kaynağı oldular. Doğrulardan doğan, "doğru" gerçeklikler oluşturdular. Tarih sayfalarında hayran hayran okuduğumuz medeniyetler, bunu başarmış toplumlardı.

Onların tüm yaptığı, insanı merkeze alan, onun onurunu haysiyetine hizmetkâr ilimden elde ettikleri  doğruları erdemle ve vakarla paylaşan bir medeniyet kurmak, “iki doğrudan bir yanlış çıkarmamak” için akıl, adalet ve hikmetle donatılmış bireyler yetiştirmek çabasından başka bir şey değildi.

Diğer yandan insanoğlu evrene ait bilgiye ulaşıp onu kontrol etmeye başladıkça, bilginin sonsuz güç olduğuna ve dolaylı olarak kendisini de evrenin hâkimi olduğu kuruntusuna dütü. Bu kuruntunun dayanak olduğu gerçeklikler oluşturmaya başladı. Ateşli silahların icadından sonra topraklara hâkim olmak için onun zenginliklerini köleleştirmeye, buharın gücünün farkında olduktan sonra bu gücü kendi çıkarları için kullanmaya, bilgiyi hızlı işlemeye ve üretmeye başladıktan sonra “iblisi” karakterin de dürtüleriyle, bilimsel doğrulardan, kendi yanlış gerçekliğinin tuzağına düştü.

“Her yeni durum kendi gerçekliğini beraberinde getirir.” Bu gerçeklik eğer doğrulardan yeni doğrular çıkaranlarca kontrol edilebiliyorsa insanlığın yararına sonuçlar üretir. Aksi halde doğrulardan kendi çıkarları için yanlış üreten kültürün sahipleri tarafından kontrol ediliyorsa, sadece kendi yararlarını, menfaatlerini düşünenlere hizmet eden sonuçlar doğurmaktadır.

Nihayetinde bilim evrenin sırlarını aralayan milyonlarca doğrulara ulaşırken, bu doğruları yanlışlar çıkarmak isteyen grupların da kullandığı bir araç haline geldi. Elde ettikleri bilgi gerçeğinden daha çok zengin olmak, daha çok güç ve iktidar elde ederek dünyayı kontrol etmek, bencil, kibirli, kendi dışındaki canlılara hükmetmek için oluşturdukları gerçekliklerden, doğrularla maskelenmiş yanlış sonuçlar çıkarmaya başladı.

Böylece İki medeniyet kendini sürekli bir mücadele ve tartışma halinde buldu.

Bu savaştan galip çıkabilmek için, bireysel veya toplumsal iş ve davranışlarımızda elimize aldığımız her konuyu ince ince hesaplayıp, hikmete mayalı doğrular çıkarmak, ateşin de toprağın da insanlığın hizmetine sunulmuş, “iki dünyada” mutlu olması için yaratılmış birer araç olduğunu kavrayacak, “kimlik” ve “hafıza” oluşturmak zorundayız.

Âdem’in “Habil” karakterli çocukları, bizleri; hakikatlerden yola çıkarak ürettiğimiz gerçekliklerimiz bizi, “iblisî” ahlaktan uzaklaştırıp, “hikmete” ulaştıran yollara sevk etmiyorsa, bu sahte gerçekliğin bir gün bizi de aşağılanmış halde bırakacağını unutmamız gerekir.

“… öyle iken rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?” hitabının yalanlayanlar tarafından uzaklaşmak, nimetleri ve (dünyada insana sunulan maddi ve manevi her ne kadar değer varsa) bu nimete nankör olanlardan kaçabilmek için salt bilgi tekebbürüyle değil idrakle, hikmetini kavrayabilecek, ilim ve irfana sahip olmak zorundayız. Bilgi ve teknoloji üretebileceğimiz “medeniyet hafızamıza” ve “medeniyet mefkûresine" giden yolda gerçekliğimize ulaşmak zorundayız.